28 Temmuz 2013 Pazar

Amerikan Futbolu- Korumalı Futbol



Bizim için futbol futboldur. Elle oynanan bi oyuna Amerikalıların futbol demesi saçmadır.
Meğer futbol topunun büyüklüğü 1 ayak kadarmışmış da ondan ayaktopu demişlermiş.

Geçen (bayaa bi geçen) Super Bowl 2013 görünce ne bu bowling turnuvası falan mı dedim. Meğer Amerikan futbolu finaliymiş. Özetini izledim çok eğlenceli gibi geldi. Ben dedim bunun kurallarını öğrenirsem 2014e kadar, seneye finali 'yankee mode on' izlerim. Azıcık öğreniyim zaten itişip duruyorlar gol atınca seviniriz dedim. Sporlarda genel olarak öyledir yani sayı olunca sevinirsin.  Amma velakin durum bu kadar kolay değilmiş. Öyle ki obezlikleriyle ve düştükleri aptal durumlarıyla sosyal medya gırgırı olan Amerikalılara, IQlarına yönelik saygı duymaya başladım. Böyle bir sporu öğrenip benimsemiş bir de adamlar. Herkes öğrenmiş yani. (tabi bununla büyümüşler çok da abartmıyım şimdi de.. :p)  Zilyon tane kuralı varmış. Hatta ve hatta uzaktan hiç belli olmasa da faul bile varmış! (hakemler saksı değilmiş yani!)

Sahada herkes birbirine girmişken çok kalabalık görünseler de bunda da bildiğimiz futbol gibi 11'er kişilik takımlar sahada. Ancak saha kenarında 7 değil yaklaşık bi 35 kişi bekliyor. O itişip kakışmalarda, kavgalarda sürekli 'gazi' veriyorlardır o yüzden çok yedek normaldir diye düşünülebilir. Ama değil. Her takım kendi içinde 3 takım barındırıyor. Hücum takımı top sendeyken sayıya yönelik sahada. Defans takımı top rakipteyken sahada. Bir de özel takım var özel durumlar için. 'Touchdown’dan sonra falan 'extra-point'lerde devreye giriyor. Bu takımların kendi koçları var. Bir de en tepede total koç var.

İşte bir maç kadrosu 45 kişi falanmış. E o kadar malzeme bunların kaç tane malzemecisi vardır, bir sürü masörü, doktoru vardır. Deplasmana nasıl gidiyor bu adamlar diye düşünmeden edemiyorum.

Dehşet kuralları var benim hepsini öğrenmem mümkün değil. Sporcular kurallardan daha fazlasını ezberlemek zorunda. 'Altta kalanın canı çıksın'dan uyarlama gibi görünen bu oyunda sporcular rivayetlere göre yüzlerce sayfa taktik ezberliyorlarmış. (ben olsam takım arkadaşlarımın isimlerini bile ezberleyemem)

Bu oyunda kısa sürede zevkimin dikkatini çeken şey farklı sayı kombinasyonlarından dolayı her an durumun değişebilmesi.

Touchdown: 6 puan. Elinde topla ayakların yerde rakibin boyalı alanına-kalesine(end-zone)  gitmen gerekiyor. Touchdown 6 puanın yanında bir de extra puan şansı veriyor. 6 puana ek olara 1 ya da 2 puan kazanabilirsin. Çok bereketli bişi yani.

extra point: touchdown yapan takıma 1 hücum şansı daha doğuyor. Mesela rakibin sahasından ayakla -o devasa kaleden topu geçirmek zor olmasa gerek- gol atmak 1 puanmış.
Normal hücum edip 2 puan da alınabilir.

Field goal'de de ayakla vurup 3 puan alınıyor.

Tabi izlerken en zevklisi touchdown. Futbolcuların dansları o alanda mini bir şov seyrettiriyor.

Faule gelince.. O kaskların önündeki demirden kafes-maske gibi şeylere dokunmak yasak mesela.
Sahada 6 tane hakem var. Arada karar vermek için basketboldaki gibi toplaşıyorlar ve kamera görüntülerinden yararlanıyorlar. Takımlar kararlara itiraz edebiliyor. Eğer itiraz haksızsa bir mola hakkı siliniyor. Her takımın devrede 3’er mola hakkı var. Maç 15’er dakikalık 4 çeyrekten oluşuyor ama basket maçları gibi uzadıkça uzuyor 3 saati buluyor.

Oyunun sık sık durması belki biraz sıkıcı gibi gelebilir ama şöyle düşünelim; sürekli bir serbest atış kullanma, korner kullanma durumu var. Yani her hücum taktik.

Takımın 4 hücum hakkı var. Bu 4 hücum hakkında 10 yard ilerlemesi lazım. Bazen son hakkında 1 yard ilerlemesi gerekiyor. Diyosun ki eh yani 2 adım da atıversin sonra düdük çalıyor ortalık giriyor birbirine. En zevk aldığım kısımlardan biri 1 yarda kala durumlar. Gerilim bi tık yukarıda gibi geldi bana. Kale kapısı açmaya çalışan askerler gibi yüklendikçe yükleniyorlar.

Bence oyunun en önemli noktası topun kimde olduğunu bilmek. O kargaşada ben top hangisinde diye bakınana kadar hoop düdük çalıyor.

Bazen sahanın bir ucundan öbür ucuna yard yard yardıranlar oluyor ki vücut çalımı dediğimiz şey burada şahlanıyor.

Jacoby Jones'un Super Bowl 2013'te yardırdığı şu anlar aynı zamanda rakip takımın 11 kişisine azıcık hakaret. 

Takımda en önemli eleman 'quarterback' denilen oyun kurucu eleman. Oyunu o yönlendiriyor. Hangi taktik uygulanacak, pasla mı yoksa koşarak mı sayıya gidilecek vs vs. Tabi zeki elemanlar bunlar. Bütün taktik kitabını ezberleyecekler çünkü. Ayrıca koç'ların ağzında gördüğümüz mikrofonlar da boşuna değilmiş. Gerçekten de kaskların içinde kulaklık var galiba. QB'lere talimat veriyorlar. Bu adamlar o kadar önemli ki önlerinde 7 guard sırf bunu koruyor yani öyle diyim.

Arada kavgalar da olmuyor değil ama açıkçası benim beklentilerimi karşılamadı. Şimdi o kasklı korumalı dev cüsseli adamlar birbirlerine söylene söylene yaklaşıp kaskları tokuşturunca en azından yarım kilo çekirdek sürecek bir  olay bekliyor insan. Nerden baksan ‘kulübe’yle beraber 40 küsur kişi bir takım, bir de teknik ekip falan.. e bi o kadar da diğer takım, al sana 100 kişilik kavga. Kasklar masklar hava uçuşacak kan gölüne dönecek ortalık maç tatil olacak diye düşünüyorsun, sen bunları düşünene kadar adamlar çoktan yeni hücuma başlamış oluyorlar. 1-2 itişip ayrılıyorlar. Arada daha kapsamlı da olmuyor değil ama dediğim gibi izin verilen şiddet dozajı göz önünde bulundurulursa hiç de beklentilerimizi karşılamıyor. Bir kötü sözün bir arkadan çelmenin kırmızı kart olabileceği oyunda bile 'sulu derbiler' gören insanlar için oldukça halis muhlis.

İnsan Galatasaray-Fenerbahçe Korumalı Futbol karşılaşmasını Cüneyt Çakırvari bir hakemle düşünmekten kendini alamıyor.


Türkiye’de de 2 lig ve üniversite ligi var. Korumalı Futbol olarak adlandırılıyor. İlk yıllarda ekipman olmadığından rugby’msi oynamışlar ama sonra gelişmiş. Gelişmiş derken en azından ekipmanları var oyuncuların.

Tabi bir şey amerikansa pazarlama önceliklidir. Reklam gelirleri sürekli haber olmuştu. 30 sn reklam bilmem kaç milyon dolarmış diye..  Reklam ücretlerinin yanı sıra izleyici çılgınlığı da var bence. Adamlar sırf acaba ne reklam izleyeceğiz diye oturup izliyorlar, youtube’da reklamlarını birleştirip video yapmışlar, tıklanıyor.

Takım sahipleri kupadan ziyade para kazanmak istermiş. Eh anormal sayılmaz. Ama iyi oyuncu değil forma sattıran oyuncu almayı yeğlemeleri ilginç . Gerçi 40-50 tane adam, araya 3-5 sansasyonel koy tabi n'olacak dursun kenarda :p

Forma demişken bu adamların forma numarası kavgasını düşünemiyorum. Forma numarasını önemseyen bir adamın transferi çok zor yani.

Daha çoook terimler var ama bu zaten çok bilgi verme amaçlı değil. Neymiş ne değilmiş birazcık kişisel merak.

Tahminimce oynamak izlemekten daha zevklidir.

Ayrıca Any Given Sunday (Kazanma Hırsı)'i izledikten sonra ilgi duyanlar olmuş. Al Pacino'lu Cameron Diaz'lı bir Oliver Stone filmi. İlgilenenler varsa not düşmüş olalım :)

25 Temmuz 2013 Perşembe

Psycho-Pass





Emin adımlarla ilerlediğim anime yolumda 2. durağım 'Psycho-Pass' oldu. Çaylak olmama rağmen kaliteli seçimler yapıyor oluşum -ki bu da tat almamı ve devam etmemi sağlıyor- tamamen @isuramunobara'nın rehberliğinde ilerliyor olmamdan. Kendisine tavsiyeleri için teşekkürlerimi sunuyor ve bir ara 'çaylaklar için anime tavsiyeleri' konusunu blogunda canlandırmasını buradan sipariş ediyorum. :)

Gelelim Psycho-Pass'e.. bir kere 'sayko'sundan dikkatimi hemen çekti. Polisiye-dedektiflik falan olması da eklenince 2-0 öne geçti. Bir de 300-500 bölümlük değil sadece 22 bölümlük bir anime. Hat-trick! 3-0'la başlıyorum seyretmeye.

İlk 4,5 bölümü -evet buçuğu da dahil- yaklaşık 7 ayda -evet YEDİ AY!- izleyince biraz kopar gibi oldum. Tabi sene içinde başlamamın da bunda biraz etkisi var. Ama zaten olay bundan sonra başlıyormuş. Özellikle 8. bölümden sonra fişek gibi gidiyor. ilk 4,5 bölümü 7 ayda izlesem de kalan 17,5 bölüm 2 gecede izletti kendini.

Karakterlerden biraz bahsedelim.

İki birbirine çok benzer, aynı düşünen, zeki, ne yapacaklarını tahmin edebilen ama karşı karşıya olan (Kira'sal L'sel durumlar) karakterimiz: Kougami ve Makishima.





Kougami; kanunsuz işlere meyilli kanun adamı. Kendine güvenen, başına buyruk, o teknolojik çağda bile sporla kendini güçlendiren iyi adamımız. Uygun bir karakter.

Makishima da bizim eğlence amaçlı -ya da ruhsal doyum- -ya da bir amaç için ama içinde haz da barındıran- adam öldüren, kötü ve yakalanamaz, iz bırakmayan, zeki, farklı, o teknolojik çağda e-book yerine cilt cilt kitap okuyan serin kanlı katilimiz.

Makishima'da vahşi ama psikopat katilin soğukkanlı nezaketi biraz eksik. Katil olmanın zevkine varırken ellerini kirletmemenin zarafetinden biraz yoksun. Gerçi bir 'death note'u da yok. Makul görülebilir.

Sürekli de alıntı yapıyor Shakspare'den, ne biliyim, Gulliver'den falan.. E 2 günde 18 bölüm izleyince kafa biraz gidiyor. 'ne diyor bu adam'a dönüyor kafa arada.






Tsunemori bizim underrated izlenimi verilmeye çalışılırken şapşallık dozu fazla kaçmış tecrübesiz ama yetenekli, genç ama yürekli hanım kızımız.




Şapşallığı sinir bozucu düzeyde olsa da 15. bölümden sonra falan bi kendini topluyor, bi özgüven falan geliyor, durumu kurtarıyor yani. (özetle ilk bölümler azıcık sabredeceksiniz)




Ginoza: Yeteneksiz ama çalışkan öğrenci statüsünde konumlandırılmaya çalışılmış olsa da arkasında dram barındıran korumacı tavırları ve merhametiyle izleyiciyi (ya da beni) etkileyen, gözlüklerinin ardından akan karizmasını gizleyen, gittikçe daha da sevip sempati duyarken final bölümünde bağrınıza basmak istediğiniz bir evlat halini alan, kıymeti bilinmeyen favori karakterim!








Kagari: Ekibin biraz umursamaz, biraz haylaz, alaycı ama sadık ve iş ciddiyetinin farkında turuncu kafası. (sanki herkesin saç rengi çok normal de bunu belirttim turuncu diye :p) Kendini ilk bölümden sevdiren, hemen herkeste ortalama sempati düzeyi oluşturacak karakterimiz.

Kagari aslında daha etkin olabilirdi. Sadece bölüm sayısı olarak değil, var olduğu bölümlerdeki etkinliğiyle de biraz yetersiz. (Oops! spoiler!)




Animenin ortalarında

''ay sonunda noluyor
kougami'yle şapşal kız evleniyor mu
şapşal kız infazcı mı olacak
terapi mi görecek
gino bi arkadaşımı daha koruyamadım diye intihar edicek mi
???? ''

gibi bir soru bombardımanından bir tane bile tutturamamış olmam çok acıklı olsa da zevkli aynı zamanda :)

Bir de 10 bölümde ancak öğrendim ben bunların adlarını. İlk 5 bölümü izlerken 'daha isimlerini bile bilmiyorum yaa bitiremiycem bunu galiba benim anime olayım da bu kadarmış' hissi verdirse de şu an isimlerini bakmadan yazabilmenin mutluluğu içindeyim. ^^

Animenin sonunu beğenmeyenler olmuş. Yüce ore-sama @isuramunobara da dahil.  Ama ben beğendim gayet. Genel olarak tüm karakterlerin yaşamlarını nasıl sonlandırdıklarına dair kesin sonuçlanmayan bitişlerle aram iyi değildir ama bunu sevdim. (spoiler sayılmaz :/)

Belki de dramasından. Bilmiyorum.

Sonuç olarak tavsiye ederim. İzleyin. :)



Ha bir de ilk 11 bölümün opening'i gayet güzel. O kadının sesini incelttiği bir nokta var ki geri alıp tekrar tekrar dinliyorum. Ama sonra değiştirdiler. Ne mantıkla yaptılarsa.. Onu pek sevmedim. dinlemedim de zaten.



19 Temmuz 2013 Cuma

UZUN HİKAYE - MUSTAFA KUTLU




''...dünya dediğin keyif ehlinin ebedî işret bahçesi değil..''




".. solunan hava, yüzülen su, oturup-kalktığın insan, yürüdüğün yol seni değiştirir." 










Uzun Hikaye filmiyle adı daha sık anılır olduğu zamanlarda annemin hediye ettiği, ne var ki benim ancak elime alıp okuyabildiğim, bir yolculukta bile bitirebileceğiniz, basit dilli, yormayan hoş bir kitap.

Bastırılamayan(!) hak ve adalet duygusunun kasaba kasaba dolaştığı bir hayat..
Yiğit delikanlı Bulgaryalı Ali ve babasına çeken öksüz Mustafa’nın göçebe hikayesi..

Anlatım dili hafif, samimi, kısa sürede okuyabileceğiniz 1940’lı yıllardan 70’li yıllara uzanan, güçlü, gururlu bir Uzun Hikaye.


Kitap ince bir kitap, sanırım senaryolaştırırken de ayrıntılara rahatlıkla yer verilmiş. Filmi seyretmedim ama fragmanından edindiğim izlenim bu şekilde. En kısa zamanda seyretmeyi düşünüyorum.
Bulgaryalı Ali rolünde Kenan İmirzalıoğlu ve büyümüş Mustafa rolünde Ushan Çakır ki kendisini ekranlarda ne yazık ki uzun süredir ‘uzun süreli’ göremediğimizden önemli bir faktör halini alıyor.:) Diğer isimler Tuğçe Kazaz, Altan Erkekli, Güven kıraç, Cengiz Bozkurt..

Filmin web sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.









7 Temmuz 2013 Pazar

Wimbledon 2013 Tek Erkekler Finali






77 yıllık hasretin kulaklarda yankılanıp vuslatla noktalandığı gürültülü Wimbledon finali.

Biraz taraflı bakış açımdan kaynaklanabilir ama çoğunlukla realistim, 2013 RG finalinden daha zevksizdi.

Andy Murray-Novak Djokovic arasında kıyasıya mücadele bekliyorduk, belki 5. sete uzayan bir maç.. Ancak öyle olmadı. Novak Djokovic; kendisinin lügatında var olmadığına inandığımız 'pes etmek' deyimini tüm mimikleriyle içimize işleyerek Andy Murray'e adeta teslim oldu.

Zaman zaman oyununu yükseltse de maçın genelinde oldukça düşük bir mentalitedeydi. Lisicki bile Bartoli karşısında daha dirayetliydi.

Set skorları 6-4/7-5/6-4. İkinci ve üçüncü sette dönüm noktası olabilecek yerler vardı ancak Djokovic kendi yarattığı bu şansları değerlendiremedi. Son sette, Murray'nin servis oyununda, zilyon tane maç puanı kurtarıp, milyon tane oyun puanı harcadı. Bi ümitlendik bi çöktük, dalgalandık durulduk, çiçek açıp solduk.. En sonunda Murray de noktayı koydu.







Benim açımdan tam bir yıkımdı. Geçen yıl finalde Murray'i destekliyordum gayet ancak bu sene azgın, holigan, kupaya susamış, İngiliz asaletinden nasibini almamış, tenisin naifliğinden bihaber kort seyircisi -ki içlerinde Gerard Butler da var maalesef- beni ekran karşısında çığrımdan çıkarttı.

Yarı finalde 90'lı Janowicz servisine çift hatayla başladığında çılgınlar gibi alkışlayıp 'come on Andy' pöykürüşleriyle Fransız seyircileri mumla arattılar.

Aynı maçta Murray de yeterince çirkefti. Momentumu yakaladığından, hava karardığı için çatının kapanmasına mızıkçı bir çocuk gibi itiraz etti. Oysa Ivan Lendl bile güneş gözlüklerini çıkarmıştı.






Taraflardan birinin Britanyalı olduğu bir Wimbledon maçı yerine, Güney Afrika'da vuvuzelalı Azarenka-Sharapova maçı seyretmeyi tercih ederim.

Bu çığrından çıkmış seyirci beni öyle çığrımdan çıkarttı ki deliler gibi Djokovic'i destekledim.

Djokovicin bir itirazında Fransız reaksiyon verdiler mesela, hiç olmazdı daha önce.

Neyse Murray kazandı, boxına çıktı. -bu boxındakilere sarılma olayını en iyi Nadal yapıyor bence.
 2008 Wimbledon finalinde İspanya Kralına terli terli sarılması, 2012 Roland Garros'ta amcası Toni Nadal'a tutkal gibi yapışmasıyla 'boxa tırmanmanın hakkını verdi'- Andy Murray o kadar tırmandı, tırmandı.. Sadece şöyle bir selamlaştı, ANNESİNİ DE UNUTTU! Judy Murray nasıl unutulur aklım almıyor.!



Seremonide de Wimbledon şampiyonluğu defalarca vurgulandı. 77 yıl vurgusu da yapıldı.




En tatsız Wimbledon, En tatsız seyirci, En tatsız final...


Maçın en ilginç görüntülerinden biri de İngiltere başbakanı David Cameron'ın arkasında açılan İskoç Bayrağı'ydı :)






Neyse bu Wimbledon'dan aklımda kalan... Vay anasını Fernando Verdasco'yla Ana Ivanovic bir ara çıkıyor muymuş!?

4 Temmuz 2013 Perşembe

Wimbledon 2013 Erkekler Yarı Final Eşleşmeleri

Djokovic - Del Potro (potrik'im ^_^)

Murray - Janowicz


Murray-Janowicz eşleşmesiyle başlayalım. Bu sene sürprizlerle dolu Wimbledon'da pek beklenen bir eşleşme değil tabi. Bu cümlenin anlamı: 'Murray bunu çiğ çiğ yer' yok zaten o olmazsa anneciği atlar boxından saçını başını yolar oğlunu finale çıkartır bi şekilde.

Janowitc çeyrekte vatandaşı Kubot'u 7-5/6-4/6-4'le geçmiş. Bu yıl Polonyalılar adına oldukça başarılı gerçiyor Wimbledon. Kadınlarda da Radwanska yarı finalde. Ayrıca Janowicz Murray'den sonra yarı final gören en genç erkek tenisçi olmuş.





Gelelim Murray - Verdasco maçına. Normal şartlarda buraya kadar yürüyerek gelen Murray'nin bu maçı da 3 sette bitireceği öngörülüyordu ama fakat lakin öyle olmadı.

Verdasco hiç ama hiç beklenmedik şekilde setlerde 2-0 öne geçti. Çok iyi servisler kullandı -ki bu sene wimbledon'nın anahtarı iyi servis- çok iyi puanlar çıkarttı. Ancak seyircisinin üst düzey desteğini alan ve muhtemelen de bir ara annesiyle göz göze gelen Murray 5 sette ve zorlu bir mücadele sonunda 4-6/3-6/6-1/6-4/7-5 'le yarı finale çıkmayı başardı.

Verdasco'nun en yapmaması gereken yerlerde topu basitçe dışarı göndermesi-fileye takması, oyun içindeki yanlış tercihleri de Murray'e yardımcı oldu.

Ayrıca Wimbledon seyircisinin naifliği de bir Britanyalıya bakıyormuş. holigan kesildiler, susmak bilmediler..






Eskiden severdim Murray'i. ama bi Wimbledon finali mahvetti çocuğu.. Oraya buraya bağırmalar, favori değilim demeler, yok üzerimde baskı hissediyorumlar.. Azıcık geri düşünce orasını burasını tutup 'ağrım var benim yeaaa' ayağına yatmalar... Geçen yıl ağlaya ağlaya 'baskı yok destek var' diyen adam bu yıl ultra taktiksel.


Bu kura da hileli zaten. kesin titreşimli sıcak toplar var! (ahmet çakar was here)
Zemin de Murray'e yaradı. İngiliz lobisi Murray'i şampiyon yapacak!



Gelelim Djokovic - Del Potro'ya.. Djokovic çeyrekte Berdych'i 3 sette geçerek yarı finale çıktı. Yarı finale gelene kadar da her maç bi bacaklarını ortadan ayırıp akrobasisinden esnekliğinden enstantaneler sundu. Buna karşın maşallahı var sakatlanmadı.






Berdo da ne itici bi kura çekmiş.. Önce Tomic-Berdych ardından Berdych-Djokovic seyrettirdi. RG13 ilk turunda elenen Berdych bu çeyrekle atlatmıştır artık şokunu.

Del Potro-Ferrer maçında her iki taraf da sakat kategoriside değerlendirilebilir. JMDP maç içinde içimizi kaldıracak şekilde, sakat dizini zorlayan bir düşme efektiyle bu kategorideki yerini sağlamlaştırdı. Ağrı kesiciyle maça devam etti ama Nole'ye ağrı kesici yeter mi bilinmez.




Djokovic - JMDP maçı sıkıntı. Potrik o boyla çok zorlanıyor bu kaygan çimlerde. Bir de çimde top daha az yükseldiğinden daha da fazla eğilmesi gerekiyor sanırım. (yavrum sen de kaleci mi olsaydın acaba :/)


En yakın ihtimal Djokovic-Murray finali. Murray bu uyuzluk ve 2-0dan gelmenin özgüveni, seyirci desteği, somutkan koçu ve Judy Murray'le alır artık.

Benim gönlüm mucizevi Janowitz-DelPotro finalinden yana tabii.

Murray inşallah kazanamaz. Djokovic kazansın razıyım. O derece!




2 Temmuz 2013 Salı

Wimbledon 2013 Kadınlar Yarı Final Eşleşmeleri

Kadınlar yarı final eşleşmeleri

Radwanska-Lisicki

Filipkens-Bartoli




Wimbledon için şüphesiz beklenmedik eşleşmeler. İçinde Azarenka, Sharapova, Williams olmayan bir eşleşme ki zaten sadece Sabine Lisicki-Serena Williams maçını izledim, bu da turnuvaya olan heyecanımı özetliyor sanırım.








Lisicki-Serena maçı Serena'nın iyi gününde olmamasının da etkisiyle beklenmedik bir şekilde sonuçlandı. Ama burada Lisicki'ye haksızlık yapmayalım. Servislerini oldukça etkili kullandı. Oyun içindeki vuruşları da oldukça iyiydi. Hatta bu oyunuyla bahis şirketlerinden turnuva şampiyonu için en düşük oy oranını da almayı başardı. Daha sonra çeyrekte Kala Kanepi'yi devirdi ve ayrı finale adını yazdırdı.










Radwanska aslında sakatlıklarla da boğuşuyor. En azından görüntü o. Li Na'yı elemesi de bu halde beklenen bir şey değildi.Yüzde yüzünü verebileceği bir maç olmayacağını düşünürsek Lisicki karşısında şansı fazla görünmüyor.








Ama Aga gücüyle olmasa da taktiksel olarak bunun üstesinden gelebilir belki. Sonuçta kendisi WTA'da Andy Murray'i heyecanlandıran tek tenisçiymiş oyun stiliyle. Oturarak-dönerek değişik vuruşlarla aldığı sayılar ve maçın gidişatına göre değiştirdiği oyunuyla bu iltifatı hakediyor tabii.







Li Na Avustralya Açık'ta bu sezona dair çok iyi sinyaller vermişti aslında. Ama oluşturduğu beklentiyi tam olarak karşılayabilmiş değil şu anda.


Flipkens-Bartoli hakkında hiç bi fikrim yok. Bartoli zıplaya zıplaya nasıl yarı finale geldi ona da şaşırdım. Çeyrekte, Avustralya Açıkta dikkatleri üzerine çeken Stephens'i eledi. Kendisi Wimbledon'da en az 2 yarı final gören 2. Fransız kadınmış.

Filipkens'in de Allah vergisi yeteneği olduğu söyleniyor.  Çok da genç değil. Çeyrekte Kvitova'yı eleyerek yarı finale yükseldi.



Bu sene Wimbledon iyice formaliteye döndü.