28 Aralık 2013 Cumartesi

Code Geass



'Abi burası neresi yaa' diyerek girdiğim anime dünyasında yine duygusal ve derbeder finalli bir animeyle karşınızdayım. Hep böyle bitmek zorunda mı!?

DeathNote'umsu bir anime diyebiliriz. Kurgu güzel. 25'er bölümlük 2 sezon. toplam 50 bölüm. Yeni başlayanlar ve Kısaanimeseverler için gayet uygun.

Özellikle ilk sezonun son 5 bölümü inanılmaz hızlanıyor. Bir bölüm daha bir bölüm daha diye diye izletiyor kendini sınav haftasında. İkinci sezonun da son 5 bölümü aynı şekilde sezonun ilk bölümlerine nazaran daha kuvvetli bir izleme dürtüsü uyandırıyor.

Britanya Japonya'ya savaş açmış ve Japonya benim Power Rangers'a benzettiğim insan tarafından kontrol edilen  robotumsu silahlara, Knightmare'lere, karşı koyamamıştır. Artık Bölge 11 olarak adlandırılır. Japonlar da birer '11'dir. Ve 3. sınıf insandırlar kendi vatanlarında.
Haliyle bazı küçük direniş grupları var.



Lelouch Lamperouge (kısaca luluş) sakat ve kör kardeşiyle soylu bir ailenin himayesi altında, Britanya veliahtı olduğu gerçeğini saklayarak normal bir hayat süren - ve her zamanki gibi- zeki kahramanımız. Vakti zamanında annesi -ki kraliçe oluyor kendileri- öldürülüp kardeşi de sakat kalınca babası tarafından siyasi arenada işe yaramayacak zayıflar olarak Japonya'ya sürülmüş, Babası Britanya İmparatoruna ve Britanya'ya nefretle büyümüş. Hayattaki tek değer verdiği varlığı kız kardeşi Nunnally'nin mutlu yaşayabileceği bir dünya yaratmak istiyor.














Bir gün kazaya karışıp gizemli yaratık C.C.'den Geass adını verdiği özel bir güç alıyor. Bu güç gözlerine bakarak emir verdiği kişiye istediğini yaptırmasını sağlıyor. Ancak her insanda yalnızca bir kez kullanabilir.

Edindiği bu güç ve zekasıyla küçük direniş gruplarından birini Britanya için en büyük tehlike, Japonlar için en büyük umut haline getirir.

Lelouch kardeşleri Cornelia, Euphie, en akıllı abisi Schineizel ve babasına karşı 'ZERO' kimliğiyle savaşmaya başlar.






Stratejiler... stratejiler... DeathNote'taki gibi 2 kişi arasında geçmiyor anime. Çok fazla karakter var. İzlerken beynim döndü bir ara. PsycoPass'te de bu kadar çok karakter yoktu. Bir de taraf değiştirmeler, öldü sandıklarımızdan dirilenler falan da olunca ilk çok karakterli animem beni biraz zorladı.

Luluş'un da işi gerçekten zor.




Nunnally
Sakat ve kör, iyi niyet timsali küçük kız kardeş. Zero'nun yola çıkış amacı, uğruna dünyayı fethetmek istediği kardeşi aynı zamanda da ayak bağı. En olmadık zamanlarda düşmanlarının koz olarak kullandığı Luluş'u zora sokan, elini kolunu bağlayan kardeşi.
Ayrıca ablası Euphie gibi bir fedakar tavırlar bir iyilik meleği halleri.. Oldukça etkisiz gözükmekle birlikte psikolojik yıpranma faktörü Luluş ve Luluşseverler açısından.
Bir de en son gözü açıldı niye açıldı niye kapanmış sonra niye kapanmadı madem Luluş'a dokununca açılıyordu niye önceden dokunmadı? oraları anlamadım ben.





                                         

Suzaku:
Luluş'un çocukluk arkadaşı, son Japonya başbakanının oğlu, aşırı onurlu bir Britanyalı. Bütün anime deli etti beni. Ne istediği belli değil. Neyse ki sonlara doğru işe yaradı azıcık.

Euphemia:
Ayyy çok gıcık bir şey. Aşırı duygusal. Ütopik barışçıl. Halkın prensesi modları falan. Neyse ki hakettiğini buldu.





C.C.
Pizza canavarı halleri çok sevimli. Luluşumun sağ kolu. İyi ki var.

V.V
Tam bir GOT  karakteri bence. İzlemedim ama öyle gibi.










Kallen
Seninle her şey çok daha farklı olabilirdi Kallen...












Cornelia:
Animenin en düzgün karakterlerinden biri. Kararlı, ayağı yere basan akıllı prenses. Ama ilk ölüm süsünden itibaren etkisini yitirdi.








Schineizel:
Luluş'u en çok zorlayan karakter. Küçükken de satrançta hiç yenememiş zaten.
Bunun yanı sıra Luluş'a en çok benzeyen. Aslında düşman olmasa iyi karakter. Tam imparator olacak adamdı.







Nina
En başından beri ennn uyuz olduğum karakter.
Silik-Ezik-İnek-Dengesiz psikopat.
Şimdi Euphi bunun hayatını bir kere kurtardı ya.. Allahımm.. 'Prensesim! Prensesim!' Sonra da içinden canavar çıktı zaten. Son bölümde ufak bir iyiliği dokundu ama bu iticiliğini hafifletmeye yetmez.














Lloyd Asplund
Herkesin sevebileceği bir karakter. Doğal patavatsız. Aşırı umursamaz.











Lakshata
Ya da Rakshata.(ah şu Japonlar!) Lloyd'un dişi hali. Biraz daha aklı başında görünümlü. Bilimle eğlenen zeki kadın karakter güzel oturtulmuş.











Diethard
Ay bunun da ne tarafta olduğu belli değil!
Başlarda meslek aşkıyla rating için her şeyi yapan, sevilebilecek düzeyde karaktersiz ve güvenilmez hoş bir adamdı aslında. Sonra 'geassı bende de kullan zeroooo' diye diye gözü açık gitti.

Rolo:
Acıdım lan :(












Toudou
Gururdan geberecek. Eski asker. Akıllı bir adam. Japonya Japonya'yken son direniş zaferlerinden birinin mimarı. Animeye de 'zekalı' bir giriş yapıyor. Gururlu duruşunu hiç bozmuyor.
Bu arada gerçekten de gururdan geberdi bu galiba.














Ougi
Anadolu takımı topçusu. Şampiyonlar ligi seviyesinde değil.
Buna da kılım biraz. Yeterince kararlı değil.
Ayrıca 'böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum aldır bunu' diyerek yardı beni ahahahjajaja






Xingke
Bir-iki faydası dokunuyor ama sevmedim bunu da. Fazla duygusal. Hem hani öldü ölecek hastaydı bu? Bi ölemedi gitti.



Animede çok karakter var gerçekten. Hepsinin de önemli denebilecek, en azından değinilebilecek rolleri var.
Bir tane şapşal var mesela direniş grubundan. Aşırı şapşal. Matsuda yanında Kira'nın babası kalır o derece.




Bir tane daha şapşal var Luluş'un Ashford akademideki arkadaşı. Rivalz'dı adı. Mesela onun şapşallık kıvamı tutmuş. fena değil.






Aaa bak unutuyorduk. Shirley var yine akademiden. Luluş'a aşık. Luluş da buna sıcak davranmıyor değildi aslında olabilirdi yani. Bu Luluş da çok çapkınmış bak şimdi düşündüm de. Ama en sadık sevdiceği buydu gerçekten.

Sonra hizmetçileri var Luluş'ların. Kadının içinden Jackie Chan çıktı.

Müziklere gelecek olursak açılış-kapanışta iş yok bence. Ah nerde o eski animeler PsychoPass'ler! 



Final bölümünün finalindeki müzik güzeldi ama. Zaten o sahnenin dokunaklığıyla mini mini bir kuşta bile ağlayabilirdim:(  LULUUUĞĞĞĞŞŞŞ!!!! WWWĞAAAAAA!!!

Burdan buyurabilirsiniz:





Sonuç olarak bence izleyin güzel.

28 Kasım 2013 Perşembe

Katya'nın Yazı - TREVANIAN







"Gerçek olamayacak kadar kusursuz ve kanıtlanamayacak kadar acı...

İnsan ruhunun derinliklerine inen sürpriz dönüşlerle umulmadık bir etki yaratan inanılması zor bir yaz."










Uzuuun bir aradan sonra bloga yazmak biraz zor oldu. Birkaç kez başlayıp bitiremediğim bu yazıyı muhtemelen tatminsiz sonlandıracak olsam da yayınlamaya kararlıyım.


Yine bir Trevanian kitabı.. Bloga yazamadığım dönemde 2 trevanian kitabı daha okudum. İkisini de yazmayı düşünüyorum. 



        "Rahatlığı ve gerilimi aynı zaman aralığında veren, Bask kültürünün ince ayrıntılarını içinde barındıran, metin aralarındaki ipuçlarını takip edenler için soluk soluğa edemeyenler için şok bir son"



Ben maalesef takip edemeyen güruhta olduğum için soluk soluğa kısmına olumlu yorum yapamayacağım ama şok olduğum kesin.

Hikayeye değinecek olursak:
Doktor Montjean genç ve idealist denebilecek, Basklı ama kendi kültürüyle ve aksanıyla pek barışık olmayan kahramanımız.

Küçük bir kasabada yaşlı doktor Gros'un yanında çalışmaya başladığı yaz gizemli ailemiz Treville'lerle tanışıyor. Ukala erkek kardeş Paul, kendini ilgi alanlarına vermiş ve geriye de kendinden bir şey bırakmamış, dünyadan patolojik olarak habersiz hasta bir baba ve o yaza ismini veren Katya..

Katya sağlıklı ve atletik, dönem kadınları çizgisine bir hayli aykırı, zeki ve kelime oyunlarını seven, ruh haliyle de dikkat çekici bir kadın.

        

       ''Bir genç kızın anatomiye ilgi duymuş olduğunu 1914 yılında itiraf etmesinin ne etkiler yaratacağını nasıl tarif edebilirim? ...Çağın kibar konuşma geleneği insan vücudunun varlığından haberdar olmayı bile reddediyordu, nerede kaldı bölümlerini tek tek ele almak."


Genç doktorumuz Katya'nın sıradışılığına vuruladursun biz de büyük savaş öncesi-sonrası durum betimlemeleriyle doyuruyoruz kendimizi.


         "Büyük savaştan önceki yaza değinmek isteyen her yazar, havanın o olağanüstü güzelliğine de değinmeye kendini zorunlu hissetmektedir..
...Avrupa'nın tümü o sıra pırıl pırıl, tatlı bir havayı paylaşmaktaydı. Dört korkunç yıl boyunca da paylaştıkları son şey bu oldu.. tabii savaşın getirdiği çamur, acı, nefret ve ölüm dışında.
On dokuzuncu yüzyılı yirminci yüzyıldan ayıran o savaşın nitelikleri de bunlardı zaten. Zerafet çağı yeterlilik çağından o savaşla ayrılıyordu."


Kitabın genel olarak psikolojik-sosyolojik tespitlerini, betimlemelerini okumak oldukça zevkli. Ancak bir yerden sonra "e nolcaksa olsun artık!" diyip yarım perde gözlerle okumaya başlıyorsunuz.

Ben de bitsin artık bu kitap noktasına geldiğimde sessiz bir okul kütüphanesinde yarı uykulu yarı azimli sayfaları çevirirken birden NOLUYOO YAA diye zıpladım adeta. Hemen önceki sayfalara döndüm. Tekrar okumaya başladım.

Kitabın arkasındaki 'Takip edenler için soluk soluğa edemeyenler için şok bir son' cümlesi oldukça doğru.
Kitabı anlayıp anlamadığımdan bile emin olmayarak daha önce okumuş olan bir arkadaşımı aradım. Zira artık kendini zorlayarak okuduğu bir kitabı kelimesi kelimesine anlamak istiyor insan.


Velhasılı kelam klasik bir Trevanian kitabı. Okunur mu? okunur. Son 30 sayfasına diyecek yok zaten. Ancak tüm kitap boyunca gizemden 'boğulunduğunu' da söylemek lazım. Bana göre fazla uzatmış. Spoilera falan girmiyim de şimdi.

Kitabı çok dehşet bulanlar var. Kalbinin derinliklerine dokunduğunu söyleyenler de. İlk aşk masumiyetinden etkilenenler de -ki en arka planda kalan konudur o sondan sonra aşk bence- Belki gençlik yıllarında kitaptaki benzer psikoljileri yaşadıklarından, bilemiyorum. Ben şahsen ortada buldum.

29 Ekim 2013 Salı

WTA İSTANBUL




Biraz geç de olsa bir WTA İstanbul yazısı yazmazsak olmaz.

Daha az beklenen bir final eşleşmesi ve beklenen sonuçla WTA sezon sonu turnuvası İstanbul'a veda ederek Singapur'a gitti. Niye 5 yıllığına gitti onu bilmiyorum. Biz niye 3 yılla yetindik? :(

Grup maçlarından itibaren zevkli mücadeleler seyrettik.

Azarenka turnuvaya aslında biraz tutuk başladı. Son maçında da sakatlanınca beklenen S.Williams-V.Azarenka finali gerçekleşmedi.

Radwanska ilk maçını kaybederek başladığı turnuvada beklenen performansı sergileyemedi bence. Murray'İn övgüsüne mazhar olmuş çeşitli oyunu yoktu. Basın toplantısında da toplar tüylü kort yavaş diye homurdanmış.. En sevmediğim insan tipi.

Sara Errani'nin yüzü teklerde de çiftlerde de 1 maç olsun gülmedi :(



Yarı final eşleşmeleri Kvitova-Li ve Williams-Jankovic şeklinde oldu.

Li-Kvitova maçında seyirci bariz şekilde Li'nin tarafındaydı. Kvitova da beklenen mücadeleyi ortaya koyamadı ve Li adını finale yazdırdı.

S. Williams-J.Jankovic maçı ise özellikle Jankovic'in gayretleriyle çok daha zevkliydi.
Serena oldukça tutuk ve her zamankinden daha somurtkan başladığı maça konsantre olmakta zorluk çekti. Servisini kırdırdığında Serena Williams'a tenis ilahesi gözüyle bakan ve bir puanı bile Jankovic'e vermeyeceğini düşünen sevgili arkadaşım @massontrikrom başta olmak üzere, tüm seyirciler neler oluyor böyle demekten kendini alamadı.
İsteksizce koşmayarak da problemli bir görüntü çizdi.

Jankovic'se mücadeleyi hiç bırakmadı. Daha korta girişlerinde bariz şekilde kendini belli eden Serena çılgınlığına rağmen (burada görüldüğü üzere) Jankovic'in bu mücadelesi elbette desteksiz kalmadı. Maç sonunda da korta girişinden çok daha coşkulu alkışlandı.


S.Williams-Li Na mücadelesi ise yine Serena'nın tutuk oyunlarıyla Li'ye dönük bir ibreyle başladı. Ancak hem Serena biraz kendine geldi hem de Li 2. setin ortalarında oyundan düştü ve WTA İstanbul'un son şampiyonu Serena Williams oldu.




20 Ekim 2013 Pazar

WTA İSTANBUL-Son Dem





3 yıllık heyecanın maalesef son yılına geldik. Dünya'nın en iyi ilk 8 kadın tenisçisini son kez ağırlayacağız.Darısı ilk 8 erkek tenisçisinin başına diyelim. (seni yeneceğiz London!)

Serena Williams, Victoria Azarenka, Li Na (ya da hangi hece önce yazılıyorsa artık), Agnieszka Radwanska, Jelena Jankocic, Angelique Kerber, Petra Kvitova, Sara Errani bu son yılda bizimle olan isimler.

Maria Sharapova mızıkçılık yapıp katılmayacağını açıkladı. Sakatlanmış hanımefendi. Bizim tenis topunun rengini bilmeyen insanımızın bildiği tek tenisçi olmanın verdiği şımarıklıkla...(tamam tamam abartmıyım daha fazla, sakatmış işte..)


Gerçi Rus ve Bulgar basınında şahane dedikodular dönüyormuş hamile olduğuna dair. Bir klinikte görülmüş falan.  (Baby federer'e bak sen!) Üstelik basın sözcüsü de bu konuda konuşmak istemiyorum diyerek heyecanı arttırdı. Vuuuu!! Ancak bugün böyle haberlerle gündeme gelinmek istenmediği belirtilerek de bütün dedikodu kursakta kaldı. (Aaaaa.. :(..)

Neyse efenim..
Kuralar çekildi.

Kırmızı Grup: Serena Williams, Agnieszka Radwanska, Petra Kvitova, Angelique Kerber.

Beyaz Grup: Victoria Azarenka, Li Na, Sara Errani, Jelena Jankovic.

Görünen Serena-Vika finali.



Gelişmelerle tekrar karşınızda olacağız..

7 Ekim 2013 Pazartesi

Novak Djokovic - Adidas Tennis

Yağğğni.. Bilemiyorum.. Wimbledon'da hileli ayakkabıyla finale kadar çıktığı anlaşılıp, finalde ayakkabılarını değiştirmesi istendiğini -ve finalde kaybettiğini- henüz unutmadık aslında..





6 Ekim 2013 Pazar

Nadal Yeniden 1 Numara!





Çim kortu pas geçtikten sonra sert kort sezonuna dolu dizgin giren Nadal, pazartesi itibariyle yeniden ATP sıralamasında 1 numaraya yükselecek.

Hatırlarsanız sakatlık sonrası: 'Elimden geleni yapmak beni mutlu edecek. Eğer elimden geleni yaptığımda 8. olabiliyorsam mutlu olacağım' demişti. Beklentileri belki azaltmak istedi, belki de baskıyı ama öyle uzun bir sakatlıktan sonra zaten pek bir şey beklemiyorduk. Hele hele böyle dehşet bir dönüş kimse beklemiyordu.

Amerika Açık'ı kazandıktan sonra bir müddet dinlenir diye düşünüyordum ama Nadal'dan beklemediğim bir açıklama geldi 'ekibimle 1 numara olmak için çalışıyoruz.'
Sert kortu çok özlemiş belli.

Bana kalsa grand slamleri al gerisinde yat dinlen ama çocuk dur durak bilmiyor.Bugün Pekin'de Çin Açık finalinde Djokovic'e 2-0 kaybederek kupayı verse de 1 numarayı geri aldı. Sert korttaki yenilmezlik serisi de son bulmuş oldu.



Aman kupa Nole'nin olsun zaten. Kem gözleriyle nazar değdirir falan..

Sezon sonu-başı turnuvalarından kazanacağı tüm puanlar, Avustralya Açık'tan alacağı puanlar falan derken Nadal bir süre 1 numaradan inmeyecek.

Ayrıca Çin Açık kadınlarda Jelena Jankovic'i 2-0la geçen Serena Williams kupaya uzandı.

4 Ekim 2013 Cuma

David Nalbandian






2002'de Wimbledon'da finale kadar yükselmiş yine de akıllara ilk olarak, kontrolsüz ve şanssızca çizgi hakemini yaraladığı şu görüntülerle gelen Arjantin'li tenisçi David Nalbandian tenisi bıraktığını açıklamış.

Kasım 24'te Rafael Nadal'la bir göster maçı yapacaklarmış.




28 Eylül 2013 Cumartesi

RAFAEL NADAL ve Doping


Daniel Köllerer denen nevi şahsına münhasır beyefendi Nadal'ın doping yapmamasına imkan olmadığını, 7 ay sakatlıktan sonra böyle bir başarı yakalamanın mümkün olmadığını falan söylemiş.

Sakatlığı süresince geri dönüşü her ertelendiğinde benzer iddialar ortaya atılmıştı.
Tabi şimdi bunu pişirip tekrar önümüze sunan 'eleman' 5 maçın sonucuna etki etmekten ömür boyu men almış, ırkçılıkla da bunu taçlandırmış bir isim olunca (böyle tanımlayınca bir yerlerden çok tanıdık geldi allah allah...) pek dikkate alınamıyor. Adam bir de 'ben yaptım ama herkes yapıyor, ben yakalandım'a getirip mağdurları oynama peşinde. (allah allah dilimin ucunda bi yerden çıkarıcam ama)

Bunları bir kenara bırakırsak bazı tenisseverler de zaman zaman 'bu adamın 6 saat at gibi koşturmasına imkan yok' gibisinden dillendirmelerde bulunuyorlar.

Allah korusun yıllar sonra Oprah Winfrey'e gözyaşlarıyla böyle bir açıklama yapsa n'olur düşünmek bile istemiyorum. 7 Fransa Bisiklet Turu'ndan sonra 8 Fransa Açık'ın -belki ve inşallah daha fazlasının- sahte bir heyecandan ibaret olduğunu öğrenmek büyük bir yıkım olur.
Artık sporcular Fransa'da turnuva kazanmaya korkar olur heralde. Lanetli Topraklar!

Fransa Demişken; Fransızların İspanyollara yönelik doping ithamları hepimizin malumu. Hatta bir dönem iyice çirkinleşip, 8 Roland Garros kupasını İspanya'ya ithal etmiş Rafael Nadal'ı kuklayla canlandırmak suretiyle bol bol 'sihirli iksir' içirttikleri bir video çekmişlerdi. Gerek Monte Carlo'yla gerek Roland Garros'la Fransız topraklarının müdavimi bir sporcuya yönelik pek misafirperver davranışlar değil bunlar tabii..




Neyse Nike da boş durmamış zamanında. Andres Iniesta, Pau Gasol ve Rafael Nadal'la beraber İspanyolların başarılarını özetledikleri 'HAHA EZİKLER SİZ ANCA TRİBÜNDEN SEYREDİP OTURDUĞUNUZ YERDEN KONUŞURSUNUZ!' temalı bir film çekmişler.


A Los Que Dudan- Şüphe Edenler İçin:



23 Eylül 2013 Pazartesi

Hayatımda Aldığım En Güzel İltifat








Sanırım blogdaki en kişisel yazı olacak.

Ben genel olarak çok rahat diyalog başlatan biri değilim tanımadığım insanlara karşı. Tanışmak, selamlaşmak benim için -her ne kadar istesem, hatta zaman zaman kafamda kurgulasam da- ilk adımı attığım eylemler değildir. Annem 10 dakikalık bir belediye otobüsü yolculuğunda yanındaki teyzenin kızı hangi bölümde okuyormuşa kadar gelir, babam yaz tatilinde muhtemelen ömründe bir daha görmeyeceği bir adamla asansörde 5 kat çıkana kadar nerde ne iş yaptığı muhabbetine gelir.. Bense 5 saatlik bir otobüs yolculuğu sona erdiğinde yanımda oturan kişinin saç rengini bilmeden inerim otobüsten. Selamlaşmak şöyle dursun  kafamı bile kaldırmam.

Bir yaz tatili, ben 10-12 kardeşim de 6-8 yaşlarında. Piknikteyiz. Büyük salıncaklardan birine karşılıklı oturduk sallanıyoruz. Sonra yanımıza down sendromlu bir kız geldi. Yüzü hep gülüyordu. Oturdu bizimle beraber sallanmaya başladı, sonra da sohbet etmeye... 'nasılsın?' 'iyi misin' 'nerede oturuyorsun'.. sıradan sohbet soruları.. O gülümseyerek soruyordu bense inanılmaz gerilmiştim. Normalde diyalog konusunda zaten gergin biri olarak bir de söylediklerini anlayamayıp cevap verememekten korktum. Bu konularda beceriksiz olduğumun farkındaydım. O gün daha sıcak, daha güler yüzlü olabilirdim.


Yine bir yaz tatili. Bu sefer 16 yaşındayım. Bulunduğumuz yer 10000 nüfusluk bir site. Müthiş kalabalık. Sahilde gözlerim bizimkileri arar vaziyette yürüyorum. 'bakar mısın' diye bir ses. Döndüm. Tüm bu kalabalıkta tek başına, havlusuna sarılmış down sendromlu bir çocuk. 'saat kaç?' İşte tanımadığım herhangi bir insan soru sorduğunda verdiğim Raj tepkilerim -sheldon'a saygıyla..- yine aktive oldu. Bir anlık duraksamadan sonra saatim yok diyebildim. Sonra cep telefonum geldi aklıma 'bir dakika!.. 3'ü 20 geçiyor.' teşekkür etti kibarca.
Çok hoşuma gitti. Bu özel çocuk annesinin elinden tutmak zorunda değil.
Tabi ben yine kızdım kendime. ne vardı gerilecek yani?


Gelelim bana bunları yazdıran son ve en güncel olaya... Artık 21 yaşındayım. Yine buz dolabıyım, yine 5 saatlik otobüs yolculuğunu kulaklıklara şükrederek ve yanımdaki yolcunun saç rengini bilmeyerek tamamlıyorum. Yine bir yaz mevsimi..

Bu sefer mekan yirmiliklerimin götürdüğü yer; Gazi Üniversitesi Diş Hekimliği bekleme koridorları.
Kalabalık. Annem bulduğu boş bir yere oturuyor. Çocuk rahatsız oluyor çünkü annesinin yeri orası. Annem 'Annen mi gelecek? Tamam. Çok yorgunum. Biraz oturayım annen gelince kalkarım.'  Kız çenesini oynatamıyor. Hareketleri titrekçe, biraz da ürkek. Zayıfça bir kız. Sadece gözleriyle, biraz mimikleriyle, çıkardığı kısa ve kısıtlı seslerle, biraz da titrek elleriyle anlaşabiliyor. Annesi geliyor bir süre sonra, kızın diğer yanındaki koltuk boşalınca oraya oturuyor. Annem de sohbete devam ediyor 12 yaşlarındaki kızla: 'Tedavi olmaya mı geldin? Annenle mi geldiniz?' Muhabbeti ilerletiyorlar. Bir yandan onları izliyorum bir yandan iç seslerim yardımıyla kendimle kavga ediyorum. 'annem bunu nasıl yapabiliyor? ben olsam hemen kalkardım. bu kadar rahat nasıl diyalog kurabiliyor?!' 'hayır normal olan o artık gerçekten de yabani olduğunu kabul etmen lazım.'
Derken kız anneme beni gösteriyor. Elleriyle 'güzel' işareti yapıyor beş parmağını uçlarından birleştirerek. Gülümsüyorum, teşekkür ediyorum. Elini uzatıyor. tokalaşıyorum nazikçe, titrek ellerini acıtmamaya çalışarak ve biraz da gurur duyarak kendimle. Gurur duyuyorum çünkü normalde teşekkür etme işini anneme bırakmam lazımdı ve de uzatılan ele nasıl reaksiyon göstereceğimi akıl edememem ya da hiç farkedememem.

Sıramız geliyor muayene oluyoruz. Çıkacağız hastaneden. Annem iyi günler diliyor. Bu sefer ben elimi uzatıyorum. Gülümseyerek 'görüşmek üzere' diyorum. Kızın gözleri parlıyor. Elimi sıkıyor zayıfça. Sonra anneme dönüp sıkı sıkı tembihliyor 'bak kızın gidiyor bırakma onu' diye. Yine sadece gözleriyle ve hafifçe titreyen elleriyle.

Hastaneden çıktığımızda hayatımın en güzel iltifatını aldığımı farkediyorum. Evet biraz şımarıyorum belki ama en çok hoşuma giden bir diyaloğu devam ettirebilmiş olabilmek. Kendi yetilerimdeki gelişmeyle gurur duyuyorum.
Gurur duyuyorum kendimle bu sefer donakalmadığım için.

Bilmiyorum ben daha önce hiç tanımadığım bir insana iltifat ettim mi, ilk kez tokalaşmak için elimi uzatığımda kaç yaşındaydım mesela?

Doğrusu nasıl davranmam gerektiğini aşama aşama öğrendiğim 3 akılda kalıcı olaydır benim hayatımda. Biraz daha sıcak, biraz daha rahat, biraz daha normal ve biraz daha insan olmayı öğrendiğim 3 özel çocuk. Onları özel yapan da budur bence.






5 Eylül 2013 Perşembe

Amerika Açık'tan Kısa Kısa

Takvimin son Grand Slam'i Amerika Açık'ın sonlanmasına sadece üç gün kaldı. Geride bıraktığımız bir buçuk haftada ise çok güzel maçlar, sürpriz mağlubiyetler, geri dönüşler ve de sıradan maçlar izledik (yazar burada realist davranıyor). Blogumuzun diğer yazarı dormansi kendisini Amerika saatine alıştıramadığından ve bir tatili hak ettiğinden, ben de üşengeçliğimden maçlar hakkında pek bir şey yazamadık; ama şimdi kısa anekdotlarla arayı kapamaya çalışacağım.


  • Federer'in Korkunç Elenmeler Silsilesi: Sönmek üzere gibi görünen starımız Roger Federer, bu Grand Slam'de de beklentileri boşa çıkararak çeyrak finale bile çıkamadan elenmeyi başardı. Korkunç elenmeler silsilesi adını verdiğim seriye bu yıl Fransa Açık'ta Tsonga'ya karşı set bile alamadan elenerek başlayan Federer, bunu Wimbledon'da, Hamburg'da, Gstaad'da ve şimdi de Amerika Açık'ta yaparak, kendisinin normalde çok övdüğümüz istikrarını bambaşka bir noktaya taşıdı.( bu arada seri için gerekli olan set alamaması değil, rakiplerinin normalde ona göre çok daha düşük profilli oyuncular olması, Tsonga hariç). Federer'in bu elenmesini daha da korkunç yapan, onu eleyen Robredo'nun Nadal karşısında sadece dört oyun alabilerek çeyrek finalde elenmesi oldu.                                       

                        
  • Pennetta'nın Dönüşü: Sakatlıktan yeni dönen, uzun zamandır kortlarda görmediğimiz İtalyan tenisçi Flavia Pennetta, zaten önceden de sevdiği Amerika Açık'ta çok güzel maçlar çıkarıyor ve gerek vatandaşlarını, gerek de diğer kadın tenisçileri yenerek yoluna devam ediyor. Yarı finalde de dünya iki numarası Azerenka'yla karşılaşacak. Normalde kadın tenisini çok sevmem; ama bu yıl Amerika Açık'ta çok güzel maçlar oynandı ve yarı final eşleşmeleri de güzel maçlar vaadediyor (diğer eşleşme de Serena Williams vs. Na Li). Pennetta'nın da geri dönüşünü bir kupayla taçlandırmasını isterim.                                                       
  • Tek El Backhandlerin Başarısı: Tamam başlık çok genel duruyor; ancak tek el backhandi olan erkek tenisçilerin sayısı çok az ve ben sadece ikisinden bahsedeceğim: Federer'in kankası, İsviçre'nin bir diğer gururu Stanislas Wawrinka ve de istenilen patlamayı bir türlü yapamamış, sakatlıklarda çok çekmiş, Richard Gasquet. Wawrinka'nın maçlarını izleme fırsatım pek olmadı; ama ismi bilinen, belli kalitede rakipleri toplamda sadece iki set kaybederek geçip, çeyrek finale geldi ve Andy Murray'in rakibi oldu. Gasquet de çeyrek finale kadar ufak tefek sıkıntılarla gelip, Ferrer'in rakibi oldu ve ilk iki setini kazandığı mücadeleyi beş sete götürerek sevenlerine minik çaplı sinir krizleri geçirttikten sonra, yarı finalde Rafael Nadal'ın rakibi oldu. Hem Wawrinka hem de Gasquet aslında şu ana kadar yaptıklarından daha fazlasını yapmaya yetecek potansiyeli olan oyuncular, final yolunda ne yapacaklar, göreceğiz.
  • Djokovic'in İnanılmaz Kolay Kurası: Her şey bu kadar kolay başlamamıştı aslında. Djokovic'in finale giden yolu Nadal ile Federer'i diğer yarıya attıktan sonra bile Del Potro, Fognini, Dimitrov gibi isimlerle gayet zordu; ancak bir şekilde hepsi elendi ve Djokovic çeyrek finale kadar hiç bir (yanlış görmediniz hiç bir) seribaşıyla karşılaşmadan geldi ve çeyrek finalde de oynayacağı Youzhny yirmi bir numaralı seribaşı. Böyle olunca Djokovic hiç set kaybetmeden çeyrek finale kadar geldi. bu durumun bundan sonrası için avantaj mı dezavantaj mı olacağını ise en geç yarı final maçında görürüz.                                                             
  • Nadal'ın Dudak Uçuklatan Servis Performansı: Nadal seriye bağladı, yılın bir kısmında ciddi bir sakatlık geçirdikten sonra, insanüstü bir şekilde geri dönüyor. Bu dönüşünü anlatmak için insanüstü de yeterli olmayabilir; çünkü Amerika Açık serileri ve Amerika Açık'ta şu ana kadar toplamda 170 servis oyunundan 162'sini; Amerika Açık'ta ise hepsini kazanarak inanılması güç bir istatistiğe ulaştı(via SadeceTenis ).          
                                                                            Şimdilik aklıma gelenler bu kadar, bu blogu öyle çok kişinin okuduğunu düşünmüyorum; ama okuyanlar arasından farklı fikir beyan etmek isteyene, bu turnuvada şunlar da farklı olmuştu diyene yorum bölümümüz açık :). Yeni bir yazı için üşengeçliğim geçene kadar esen kalın efendim:)







:)

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Amerika Açık - Nadal'ın Dönüşü

       



Efsane 2012 Avustralya Açık finalinde Djokovic'e kaybettiğinden beridir sert korta çıkmayan Nadal'ı, 2. Geleneksel Wimbledon şokundan sonra bu sene de görmeyi ummuyordum açıkçası. Allah nazarlardan saklasın dolu dizgin geliyor. (tü tü tü maşallahh!)



Amerika Açık öncesi Cincinnati Open'da iyi bir performans sergilemiş ve şampiyonluğa uzanmıştı finalde Isner karşısında.

Çeyrek finalde de Federer'le olan mücadelesi hem iki tenisçi hem de iki tarafın fanları açısından oldukça doyurucuydu. Önceki yıllardan lezzeti damaklarda, her biri iple çekilen 'FEDAL'lerden bir resital sundular.

Sonuçta RaFan'lar daha çok sevindi ama Federer hayranları da memnundu.

Cincinnati sonrasında Rafael Nadal USopen öncesinde ATP sıralamasında 2 numaraya yükseldi -ki birkaç ay önce hayal edemeyeceğimiz bir şeydi-  Federer de 7 numaraya kadar geriledi.

Ve ne yazık ki Amerika Açık'ta bu ikiliden yalnızca biri yarı finale çıkabilecek.


Gelelim Nadal'ın Amerika Açık ilk turuna...92'li Harrison karşısında rahat bir maç çıkardı.  
6-4/6-2/6-2'lik setlerle üst tura yükseldi. Set skorlarına rağmen keyifli bir ilk tur maçıydı diyebiliriz. -Şahsen Harrison'ı tanımaktan büyük keyif aldım. yani.. forehandleri iyiydi. şeyy.. aceleri de!- 




Harrison'la bir kez daha Amerikalıların servis çalıştırma yöntemlerine yönelik merak duygusu kabardı içimde. Maçı 11 ace'le tamamladı. Roddick'sel, en azından Isner'sal bir tatla Amerikan tenisine hafiften müjdeyi verdi.

Son sette kaybedeceği belli olmasına rağmen çok güzel puanlarla, forehandlerle maçın temposunu yine de düşürmedi. -tabi tempo derken ilk tur maçına göre-



                                         Nadal'dan 'banana shot'



Ayrıca Nike yetkilileri; benim kıpır kıpır, rengarenk İspanyol Rafoşumu Norveç konseptinde gıpgri giydirmenizin nedenini sorabilir miyim?!!! Şükür ki pembe ayakkabı bağcıklarından tanıdık!
Tamam zemin rengiyle uydurmuşsunuz ama olmamış. NY taksisi konseptinde göz alıcı sarı t-shirt tercihimizdir. haberiniz ola!




15 Ağustos 2013 Perşembe

Ne Olacak Bu Federer'in Hali?

Bu yazıyı Federer, Haas karşısında ilk setini kaybettiği maçı üç sette kazandıktan sonra yazıyorum. Aslında uzun zamandır aklımdaydı; ancak bu maçı izlerken artık zorunluluk hissettim yazmak için. Bu yazıda Federer'in uzun süredir devam eden; ancak son aylarda ayyuka çıkan form düşüklüğünden bahsedeceğim. Tenisle biraz ilgilenen herkesin rahatlıkla bileceği gibi Roger Federer çok özel bir oyuncu, bazıları bu payeyi vermede zorlansa da büyük çoğunluğun kabulüyle gelmiş geçmiş en iyi tenisçi ve benim gözümde gelmiş geçmiş en iyi spor adamlarından, ancak son yıllarda kariyeri büyük bir düşüşe geçti ve bu sadece fanları için değil, onu izleme şansına eren her tenissever için çok üzücü. Peki bu form düşüklüğünün nedeni ne? Eğer kategorize edecek olursak, üç nedeni var benim gözümde: fiziksel, mental ve taktikse 
                                     
1-) Fiziksel Nedenler: Federer artık herkesin malumu, en iyi zamanlarını yaşamıyor. 32 yaşına bastı ve gittikçe hızlanan oyuna ayak uyduramamaya başladı. Bazı sporcular antrenman yapmayı sevmezler, bu yüzden kariyerlerinin sonunda düşüş kaçınılmaz olur, ama Federer'in sorunu bu değil. O turda her zaman en iyi çalışan oyunculardan oldu; fakat tenisin durağan bir spor olmaması aleyhine işliyor, gelen her yeni jenerasyon daha hızlı bir tenise adapte oluyor ve bu Federer gibi Agassilerin, Semprasların son dönemlerine yetişmiş, klasik tenis oyuncuları için felaket demek. Bu fark bu yıl Fransa açık'ta Tsonga ile oynadığı maçta da açıkça belli oldu. Maç boyunca Federer rakibini oyununa karşılık veremedi. Bu Federer'in toprak zeminin onun favori zemini olmadığını düşünürsek normal gelebilir; fakat zemin kesinlikle Tsonga'nın da favori zemini değildi ve ertesi maçta yarı finalde Ferrer karşısında hiç varlık gösterememesi de bunu kanıtlar nitelikte. Yani en yavaş zeminde bile Federer yeterince hızlı olamamanın sıkıntısını çekiyor. Uzun lafın kısası tenis şu anda çok daha hızlı bir oyun ve Federer ilerleyen yaşı ve bunun getirdiği fiziksel dezavantajla, rakipleri karşısında daha güçsüz kalıyor.
İkinci bir fiziksel dezavantaj da asla bir Nadal'ın dizleri kıvamına gelmeyen ve gelmemesini şiddetle umduğum sırt sakatlığı. Uzun zamandır Federer bu sakatlıktan muzdarip ve uzun zaman oynamasını engellemese de oyuna yüzde yüzünü vermesini engellediği kesin, zaten oynadığı son turnuvada sakatlık ve muhtemel yeni raketten dolayı ikinci turda veda etmesi( raket konusuna aşağıda değineceğim) ve Rogers Cup'ı es geçmesi de sorunun büyüklüğünü gösteriyor bize.
                                 

2-) Mental Nedenler: Federer turu domine ettiği yıllarda en büyük artılarından biri de rakiplerine karşı mental olarak çok sağlam durabilmesiydi. Zaten on yedi tane grand slami mental açıdan zayıf birinin kazanması da mümkün değil( burada verilecek en iyi örnekler Ferrer ve Zvonereva gibi duruyor, iki çok çalışkan, yetenekli tenisçi; fakat final maçlarında veya ilk dörtle oynanan maçlarda hiç varlık gösterememeleri mental durumun önemini açıkça anlatıyor.) O zamanlar Federer'in mental olarak tek zayıflığı Nadal'a karşıydı diyebiliriz; ama köprünün altından çok sular aktı ve şu an zihinsel durumu o kadar da iyi olmayan bir Federer var karşımızda. Eskiden olsa hiç yapmayacağı basit hataları yapıyor, kritik yerlerde olmayacak puanlar kaybediyor veya kazanamıyor, hâlâ rakipleri için ciddi bir rakip olsa bile, turnuvalarda veya grand slamlerde ileriki turlarda tehdit ediciliği gittikçe azalmış durumda. Mental zayıflığı için de en iyi örnek sanırım bu yılki Wimbledon ikinci turdaki unutmak istediğim o korkunç maç. Şu an rakibinin bile ismini hatırlamıyorum; ama o kadar Federer'in çaresiz hissettiği bir maç az bulunur(belki Nadalla oynayıp toplamda altı oyun alabildiği roland garros finali; ama adı üstünde final ve nadalla oynuyor, kimsenin tanımadığı bir tenisçiyle değil) Çok normal başlayan maçta Federer ilk seti  de alınca geri kalanında rakibinin çözülüp kolay bir maç olacağını düşünmüştüm; ama daha fazla yanılamazmışım. İsminin Stakhovsky olduğunu tekrar öğrendiğim rakibi hiç geri adım atmadı ve Federer dört sette elendi; ama elenmesinden ziyade beni üzen şey bunu durdurmak için hiç bir şey yapamamasıydı. Rakibi sürekli aynı taktikle oynadı (güçlü servis- servis vole) ve Federer buna bir çözüm yolu bulamadı, hadi rakibinin servislerinde etkili olamamasını da bırakalım, kendi servislerini de savunamadı ve ne yazık ki bu tek maçlık bir olay değil, Federer gibi çok geniş bir yelpazede oyun ve vuruş stilleri olan bir oyuncunun yaşadığı bu çaresizlik benim gözümde büyük oranda mental zayıflığa işaret ediyor.
                              

3-) Taktiksel Nedenler: Federer'in taktiksel zayıflığı da bu yazının son konusu ve aslında Federer'in kendisi buna önlem almaya çalışmasa çoğu kişinin gözden kaçırdığı bir nokta da olabilirdi. Daha üstte söylediğim gibi Federer daha farklı bir jenerasyondan geliyor, tenisin biraz daha yavaş oynandığı, tekniğin, göze hoş gelen vuruşların daha çok olduğu bir zamandan. Tenisin değişmesiyle ve de rakiplerinin farklı şeyler uyum ssağlamasıyla Federer'in taktikleri biraz demode kaldı ve değişime ayak uyduramazsa veya kendi oyun tarzını yeni gelenlere kabul ettiremezse başarısızlığı da devam edecek gibi görünüyor. Şu ana kadar ikinci seçeneği tercih ediyordu Federer ve işe yarıyordu; ancak şimdi değişim sinyalleri almaya başladık. Bunun en önemli göstergesi de Federer'in doksan inçlik raketini bırakıp yanlış hatırlamıyorsam doksan sekiz inçlik raketi deneyeceğini duyurması oldu. Raket kafasının büyümesinin belirli avantajları ve dezavantajları var; ama kendisi için en büyük avantajı misshitleri azaltması ve topa daha büyük bir güçle vurmasını sağlamak olacaktı sanırım, zira misshitlerden çok çekiyor bugünlerde. Olacaktı dedim; çünkü Federer bir iki aylık deneme sürecinden sonra eski raketine geri dönmeye karar verdi. bunda birinin nedenini sakatlık olarak gösterdiği iki felaket turnuva performansının etkisi büyük sanırım. Yine de muhafazakar bir tenis anlayışıyla oynayan Federer'in bu denemesi ilginç ve söylentilerin aksine tenisi bırakmaya çok da yakın olmadığını gösteriyor bize. aynı zamanda federer amerika açıkta kullanmasa bile doksan sekiz inçlik raketi denemeye devam edeceğini duyurdu, yeni rakete alışıp alışamayacağı, kendisiyle özdeşleşmiş eski raketini bırakıp bırakmayacağı hâlâ merak konusu. Şu ana kadar gördüğümüz taktiksel değişimin hızlı bir sonuç vermediği(hatta oyununu daha kötü yaptığı); ancak hiç bir şeyi değiştirmezse de düşüşünün devam edeceği.

Toparlayacak olursak bugünlerde izlediğimiz Federer, 2005-2006'nın Federer'inin gölgesi kıvamında ve yukarıda saydığım bütün etmenler bu düşüşte büyük rol oynuyor ve hatta birbirini doğuruyor. Eğer bir şeyler değişmezse bu düşüş devam edecek gibi duruyor; benim ve bir sürü tenisseverin umuduysa Federer'in bir şekilde toparlanıp, eskisi kadar başarılı olması mümkün olmasa da bize yeniden güzel, rekabete karşı koyabildiği maçlar izletmesi. Çünkü Federer tenisi bıraktığında bıraktığı çoğu kişi için aynı spor olmayacak ve bu ne kadar geç olursa o kadar iyi.





6 Ağustos 2013 Salı

Black Mirror




Black mirror sezonda 3’er taneden 6 bölümlük bir mini seri. 6 bölüm de birbirinden bağımsız, farklı konular, farklı oyuncular ama tüm bu bağımsızlıkta aslında ortak bir temada buluşturulabilmiş, hayatımızdaki birçok şeyin ‘yansımasını’ bulabileceğimiz ‘düşündüren bir seri.

Adeta bir ‘sanat dizisi’. Her  bölümü zihin yoruyor. Anlamaya çalışıyorsunuz. O kadar çok anlam çıkarıyorsunuz ki anlamadığınızı zannediyorsunuz. Oysa gerçekten de farklı derinliklerde pek çok anlam barındırabilir. Adeta bir Ahmet Haşim dizisi. Öyle sembolik :p

Çok felsefik bir kere. Hiçbir bölüm kesin sonuçlanmıyor (en sevmediğim sonlar) ve bu ucu açıklık da sizi daha fazla düşünmeye zorluyor. Özellikle 5. Bölümde dumur olmuş Sokrates gibiydim. 

Genel olarak her bölümde farklı bir teknolojik durum ve bunun insan doğasına aykırılığının getirdiği trajik sonuçlar var. Sosyal medya da bölümler de ortak işlenmiş konulardan.

 Bölüm bölüm değinecek olursak:



1. Bölüm : Çok hızlı bir giriş yapılıyor. Aynı koşturmacada devam ediyor. Her şey çok güzel de başbakanın şartları kabul edişi biraz hızlı ve kolay oldu gibi.  Çok daha fazla altenatif düşünülüp daha fazla çaresizlik verilebilir miydi diye düşünüyorum ama bu haliyle bile yeterince gerici. (geriyor yani)

Bir vicdan sınavı gibi görünse de insanlık sınanıyor. Vicdanınız değil iktidar hırsınız size kesinlikle yapmayacağınız o şeyi yaptırabiliyor. Üstelik yapmanız gerekmiyorken(!)








2. Bölüm: nası yani ? diye biten bir bölüm. Boşa çevirdiğimiz pedallar güzel sembolize edilmiş. Hepimiz zaman zaman gerçekliği sorguluyoruzdur. Sonuçta bir şeyler yapıyor muyuz peki? Neyi değiştiriyoruz hayatımızda? Sanırım boş zaman aktivitesinden öteye geçemiyor bu sorgulayış ve ‘İşimiz çıktığında’ bir kenara itiveriyoruz.





Kızla çocuğun tuvaletteki ilk konuşmalarında birden beliren ‘görsellere’ çocuğun utangaç ‘onlarla ilgilenmiyorum’ bakışı beni benden aldı zaten. 

Ayrıca ‘reklamları’ izlemek zorunda olmaları da çok vurucuydu bence.

Ve o cam parçası gerçekliğin bir parçası olabilecekken daha farklı bir sembol haline geliverdi özel kutusu içinde.

'içeceği içmeden' de itaat eden çocuk... İsyanın bir anda itaate ve isyan ettiğine hizmete dönüşmesi??





3. Bölüm:  burada da oldukça ilginç bir teknoloji bizi karşılıyor. Anılarımızın kaydedilmesi ve istediğimiz an izleyebilmemiz-izletebilmemiz-kaydı silebilmemiz. Aslında çok tanıdık zira internet bu konuda ucuz ve tek başınıza da benzer verilere ulaşabilmenizi sağlıyor. Farkettirmeden.






Bölüm başında -adam da biraz genç geldiğinden gözüme- kim kimin nesi pek anlamadım, masada çok farklı yerlere oturdular karısıyla falan bi garipti  ama bakış açısı için öyle bir düzen oldu sanırım. Neyse. Biz gereksiz tipe sinir olup yine de adamın gereksiz kıskançlık yaptığını düşüneduralım fettan kadının yalanları bir bir çıktı ortaya. Yalnız o bebek kimin  o kısmı anlamadım. Anlayan varsa açıklasın. 

Bir de o kırmızı çorapları!! Allahım yarabbim sen o önemli iş görüşmesine o çoraplarla mı gittin? Sonra iyi geçmesini bekliyorsun? Hadi diyelim uğurundan toteminden giydin, bütün gün onlarla dolaştın, o kadar gün niye hiç çıkmıyor ayaktan? Yatıyor kırmızı çorap kalkıyor kırmızı çorap. Bunun bir açıklaması olmalı. Tüm bölüm gözümüz boşu boşuna adamın çoraplarına takılmış olamaz!





4. Bölüm: Sosyal ağ profillerimiz bizi bir yere kadar yansıtıyor, hala insanız dediğimiz bir bölüm. Biraz Kemal Sunal’ın Japon İşi filminden alıntılamışlar yalnız değinmeden geçmeyelim :) 

Bölümde bağımlılık adeta aşama aşama işlenmiş. Ve yalnızlığın vurgusu da güzel olmuş. 





Yalnız bu adam şimdi hep tavan arasında mı kalacak? Çocuk o adamı ne olarak tanıyor, nasıl tanıyor? Ayrıca çocuk bu, evde öyle birinin olduğunu ulu orta söylemez mi? Bunlar da bölümün yüzeysel soruları.






5. Bölüm: Serinin en ‘nooluyo lağn’ bölümü. (wtf?! de denebilir tabi) Sonuna kadar adeta hiçbir şey anlamıyorsunuz. Gerçi sonunda da pek bir şey anlaşılmıyor. 
Bölümü izlerken hiçbir şey anlamasanız bile ellerinde telefon her şeyi kaydeden insanlarla kendinizi özdeşleştiriyorsunuz. 





Bu organizasyonun gerçekliği nedir? Gerçek bile olsa insan ürperyor. Bazı suçlara yönelik hepimizin bunlara ne yapılsa az gelir düşüncesi vardır ama burada sorguluyor insan. Psikolojiyi zorlayan bir bölüm.  

Ayrıca ‘süngerler 2 pound’ da organizasyonla ilgili başka bir önemli nokta. 
Adaletin neresindeyiz?





6. Bölüm: Bölümler birbirinden bağımsız olduğu için final olarak nitelemek çok doğru değil sanırım. Böyle bir vuruculuğu aramak da boşuna bir beklenti olur. Kendi adıma ister istemez 5. Bölümün gölgesinde kaldı biraz. Ama güzel bir bölüm.




Sosyal medya vurgusu bu bölümde de var. Önemli vurgulardan biri de bence Waldo’nun aslında değişmesi ama animasyonu seven herkesin bu durumu önemsememesi ya da farkına bile varmaması. 
Ayrıca gerçekte başarısız  olan bir adamın bir animasyonun ardına sığınıp küfrettiğinde fenomen olması da  acıtıcı. 
Gerçeklerin ‘popülarite arttırmak’ için kullanılması, bir pazarlama aracı olması başka bir yönü. Ama psikolojik anlamda zorlayıcı bir 5. Bölümden sonra daha sıradan geliyor.


Özetle izleyin, izletin!




28 Temmuz 2013 Pazar

Amerikan Futbolu- Korumalı Futbol



Bizim için futbol futboldur. Elle oynanan bi oyuna Amerikalıların futbol demesi saçmadır.
Meğer futbol topunun büyüklüğü 1 ayak kadarmışmış da ondan ayaktopu demişlermiş.

Geçen (bayaa bi geçen) Super Bowl 2013 görünce ne bu bowling turnuvası falan mı dedim. Meğer Amerikan futbolu finaliymiş. Özetini izledim çok eğlenceli gibi geldi. Ben dedim bunun kurallarını öğrenirsem 2014e kadar, seneye finali 'yankee mode on' izlerim. Azıcık öğreniyim zaten itişip duruyorlar gol atınca seviniriz dedim. Sporlarda genel olarak öyledir yani sayı olunca sevinirsin.  Amma velakin durum bu kadar kolay değilmiş. Öyle ki obezlikleriyle ve düştükleri aptal durumlarıyla sosyal medya gırgırı olan Amerikalılara, IQlarına yönelik saygı duymaya başladım. Böyle bir sporu öğrenip benimsemiş bir de adamlar. Herkes öğrenmiş yani. (tabi bununla büyümüşler çok da abartmıyım şimdi de.. :p)  Zilyon tane kuralı varmış. Hatta ve hatta uzaktan hiç belli olmasa da faul bile varmış! (hakemler saksı değilmiş yani!)

Sahada herkes birbirine girmişken çok kalabalık görünseler de bunda da bildiğimiz futbol gibi 11'er kişilik takımlar sahada. Ancak saha kenarında 7 değil yaklaşık bi 35 kişi bekliyor. O itişip kakışmalarda, kavgalarda sürekli 'gazi' veriyorlardır o yüzden çok yedek normaldir diye düşünülebilir. Ama değil. Her takım kendi içinde 3 takım barındırıyor. Hücum takımı top sendeyken sayıya yönelik sahada. Defans takımı top rakipteyken sahada. Bir de özel takım var özel durumlar için. 'Touchdown’dan sonra falan 'extra-point'lerde devreye giriyor. Bu takımların kendi koçları var. Bir de en tepede total koç var.

İşte bir maç kadrosu 45 kişi falanmış. E o kadar malzeme bunların kaç tane malzemecisi vardır, bir sürü masörü, doktoru vardır. Deplasmana nasıl gidiyor bu adamlar diye düşünmeden edemiyorum.

Dehşet kuralları var benim hepsini öğrenmem mümkün değil. Sporcular kurallardan daha fazlasını ezberlemek zorunda. 'Altta kalanın canı çıksın'dan uyarlama gibi görünen bu oyunda sporcular rivayetlere göre yüzlerce sayfa taktik ezberliyorlarmış. (ben olsam takım arkadaşlarımın isimlerini bile ezberleyemem)

Bu oyunda kısa sürede zevkimin dikkatini çeken şey farklı sayı kombinasyonlarından dolayı her an durumun değişebilmesi.

Touchdown: 6 puan. Elinde topla ayakların yerde rakibin boyalı alanına-kalesine(end-zone)  gitmen gerekiyor. Touchdown 6 puanın yanında bir de extra puan şansı veriyor. 6 puana ek olara 1 ya da 2 puan kazanabilirsin. Çok bereketli bişi yani.

extra point: touchdown yapan takıma 1 hücum şansı daha doğuyor. Mesela rakibin sahasından ayakla -o devasa kaleden topu geçirmek zor olmasa gerek- gol atmak 1 puanmış.
Normal hücum edip 2 puan da alınabilir.

Field goal'de de ayakla vurup 3 puan alınıyor.

Tabi izlerken en zevklisi touchdown. Futbolcuların dansları o alanda mini bir şov seyrettiriyor.

Faule gelince.. O kaskların önündeki demirden kafes-maske gibi şeylere dokunmak yasak mesela.
Sahada 6 tane hakem var. Arada karar vermek için basketboldaki gibi toplaşıyorlar ve kamera görüntülerinden yararlanıyorlar. Takımlar kararlara itiraz edebiliyor. Eğer itiraz haksızsa bir mola hakkı siliniyor. Her takımın devrede 3’er mola hakkı var. Maç 15’er dakikalık 4 çeyrekten oluşuyor ama basket maçları gibi uzadıkça uzuyor 3 saati buluyor.

Oyunun sık sık durması belki biraz sıkıcı gibi gelebilir ama şöyle düşünelim; sürekli bir serbest atış kullanma, korner kullanma durumu var. Yani her hücum taktik.

Takımın 4 hücum hakkı var. Bu 4 hücum hakkında 10 yard ilerlemesi lazım. Bazen son hakkında 1 yard ilerlemesi gerekiyor. Diyosun ki eh yani 2 adım da atıversin sonra düdük çalıyor ortalık giriyor birbirine. En zevk aldığım kısımlardan biri 1 yarda kala durumlar. Gerilim bi tık yukarıda gibi geldi bana. Kale kapısı açmaya çalışan askerler gibi yüklendikçe yükleniyorlar.

Bence oyunun en önemli noktası topun kimde olduğunu bilmek. O kargaşada ben top hangisinde diye bakınana kadar hoop düdük çalıyor.

Bazen sahanın bir ucundan öbür ucuna yard yard yardıranlar oluyor ki vücut çalımı dediğimiz şey burada şahlanıyor.

Jacoby Jones'un Super Bowl 2013'te yardırdığı şu anlar aynı zamanda rakip takımın 11 kişisine azıcık hakaret. 

Takımda en önemli eleman 'quarterback' denilen oyun kurucu eleman. Oyunu o yönlendiriyor. Hangi taktik uygulanacak, pasla mı yoksa koşarak mı sayıya gidilecek vs vs. Tabi zeki elemanlar bunlar. Bütün taktik kitabını ezberleyecekler çünkü. Ayrıca koç'ların ağzında gördüğümüz mikrofonlar da boşuna değilmiş. Gerçekten de kaskların içinde kulaklık var galiba. QB'lere talimat veriyorlar. Bu adamlar o kadar önemli ki önlerinde 7 guard sırf bunu koruyor yani öyle diyim.

Arada kavgalar da olmuyor değil ama açıkçası benim beklentilerimi karşılamadı. Şimdi o kasklı korumalı dev cüsseli adamlar birbirlerine söylene söylene yaklaşıp kaskları tokuşturunca en azından yarım kilo çekirdek sürecek bir  olay bekliyor insan. Nerden baksan ‘kulübe’yle beraber 40 küsur kişi bir takım, bir de teknik ekip falan.. e bi o kadar da diğer takım, al sana 100 kişilik kavga. Kasklar masklar hava uçuşacak kan gölüne dönecek ortalık maç tatil olacak diye düşünüyorsun, sen bunları düşünene kadar adamlar çoktan yeni hücuma başlamış oluyorlar. 1-2 itişip ayrılıyorlar. Arada daha kapsamlı da olmuyor değil ama dediğim gibi izin verilen şiddet dozajı göz önünde bulundurulursa hiç de beklentilerimizi karşılamıyor. Bir kötü sözün bir arkadan çelmenin kırmızı kart olabileceği oyunda bile 'sulu derbiler' gören insanlar için oldukça halis muhlis.

İnsan Galatasaray-Fenerbahçe Korumalı Futbol karşılaşmasını Cüneyt Çakırvari bir hakemle düşünmekten kendini alamıyor.


Türkiye’de de 2 lig ve üniversite ligi var. Korumalı Futbol olarak adlandırılıyor. İlk yıllarda ekipman olmadığından rugby’msi oynamışlar ama sonra gelişmiş. Gelişmiş derken en azından ekipmanları var oyuncuların.

Tabi bir şey amerikansa pazarlama önceliklidir. Reklam gelirleri sürekli haber olmuştu. 30 sn reklam bilmem kaç milyon dolarmış diye..  Reklam ücretlerinin yanı sıra izleyici çılgınlığı da var bence. Adamlar sırf acaba ne reklam izleyeceğiz diye oturup izliyorlar, youtube’da reklamlarını birleştirip video yapmışlar, tıklanıyor.

Takım sahipleri kupadan ziyade para kazanmak istermiş. Eh anormal sayılmaz. Ama iyi oyuncu değil forma sattıran oyuncu almayı yeğlemeleri ilginç . Gerçi 40-50 tane adam, araya 3-5 sansasyonel koy tabi n'olacak dursun kenarda :p

Forma demişken bu adamların forma numarası kavgasını düşünemiyorum. Forma numarasını önemseyen bir adamın transferi çok zor yani.

Daha çoook terimler var ama bu zaten çok bilgi verme amaçlı değil. Neymiş ne değilmiş birazcık kişisel merak.

Tahminimce oynamak izlemekten daha zevklidir.

Ayrıca Any Given Sunday (Kazanma Hırsı)'i izledikten sonra ilgi duyanlar olmuş. Al Pacino'lu Cameron Diaz'lı bir Oliver Stone filmi. İlgilenenler varsa not düşmüş olalım :)

25 Temmuz 2013 Perşembe

Psycho-Pass





Emin adımlarla ilerlediğim anime yolumda 2. durağım 'Psycho-Pass' oldu. Çaylak olmama rağmen kaliteli seçimler yapıyor oluşum -ki bu da tat almamı ve devam etmemi sağlıyor- tamamen @isuramunobara'nın rehberliğinde ilerliyor olmamdan. Kendisine tavsiyeleri için teşekkürlerimi sunuyor ve bir ara 'çaylaklar için anime tavsiyeleri' konusunu blogunda canlandırmasını buradan sipariş ediyorum. :)

Gelelim Psycho-Pass'e.. bir kere 'sayko'sundan dikkatimi hemen çekti. Polisiye-dedektiflik falan olması da eklenince 2-0 öne geçti. Bir de 300-500 bölümlük değil sadece 22 bölümlük bir anime. Hat-trick! 3-0'la başlıyorum seyretmeye.

İlk 4,5 bölümü -evet buçuğu da dahil- yaklaşık 7 ayda -evet YEDİ AY!- izleyince biraz kopar gibi oldum. Tabi sene içinde başlamamın da bunda biraz etkisi var. Ama zaten olay bundan sonra başlıyormuş. Özellikle 8. bölümden sonra fişek gibi gidiyor. ilk 4,5 bölümü 7 ayda izlesem de kalan 17,5 bölüm 2 gecede izletti kendini.

Karakterlerden biraz bahsedelim.

İki birbirine çok benzer, aynı düşünen, zeki, ne yapacaklarını tahmin edebilen ama karşı karşıya olan (Kira'sal L'sel durumlar) karakterimiz: Kougami ve Makishima.





Kougami; kanunsuz işlere meyilli kanun adamı. Kendine güvenen, başına buyruk, o teknolojik çağda bile sporla kendini güçlendiren iyi adamımız. Uygun bir karakter.

Makishima da bizim eğlence amaçlı -ya da ruhsal doyum- -ya da bir amaç için ama içinde haz da barındıran- adam öldüren, kötü ve yakalanamaz, iz bırakmayan, zeki, farklı, o teknolojik çağda e-book yerine cilt cilt kitap okuyan serin kanlı katilimiz.

Makishima'da vahşi ama psikopat katilin soğukkanlı nezaketi biraz eksik. Katil olmanın zevkine varırken ellerini kirletmemenin zarafetinden biraz yoksun. Gerçi bir 'death note'u da yok. Makul görülebilir.

Sürekli de alıntı yapıyor Shakspare'den, ne biliyim, Gulliver'den falan.. E 2 günde 18 bölüm izleyince kafa biraz gidiyor. 'ne diyor bu adam'a dönüyor kafa arada.






Tsunemori bizim underrated izlenimi verilmeye çalışılırken şapşallık dozu fazla kaçmış tecrübesiz ama yetenekli, genç ama yürekli hanım kızımız.




Şapşallığı sinir bozucu düzeyde olsa da 15. bölümden sonra falan bi kendini topluyor, bi özgüven falan geliyor, durumu kurtarıyor yani. (özetle ilk bölümler azıcık sabredeceksiniz)




Ginoza: Yeteneksiz ama çalışkan öğrenci statüsünde konumlandırılmaya çalışılmış olsa da arkasında dram barındıran korumacı tavırları ve merhametiyle izleyiciyi (ya da beni) etkileyen, gözlüklerinin ardından akan karizmasını gizleyen, gittikçe daha da sevip sempati duyarken final bölümünde bağrınıza basmak istediğiniz bir evlat halini alan, kıymeti bilinmeyen favori karakterim!








Kagari: Ekibin biraz umursamaz, biraz haylaz, alaycı ama sadık ve iş ciddiyetinin farkında turuncu kafası. (sanki herkesin saç rengi çok normal de bunu belirttim turuncu diye :p) Kendini ilk bölümden sevdiren, hemen herkeste ortalama sempati düzeyi oluşturacak karakterimiz.

Kagari aslında daha etkin olabilirdi. Sadece bölüm sayısı olarak değil, var olduğu bölümlerdeki etkinliğiyle de biraz yetersiz. (Oops! spoiler!)




Animenin ortalarında

''ay sonunda noluyor
kougami'yle şapşal kız evleniyor mu
şapşal kız infazcı mı olacak
terapi mi görecek
gino bi arkadaşımı daha koruyamadım diye intihar edicek mi
???? ''

gibi bir soru bombardımanından bir tane bile tutturamamış olmam çok acıklı olsa da zevkli aynı zamanda :)

Bir de 10 bölümde ancak öğrendim ben bunların adlarını. İlk 5 bölümü izlerken 'daha isimlerini bile bilmiyorum yaa bitiremiycem bunu galiba benim anime olayım da bu kadarmış' hissi verdirse de şu an isimlerini bakmadan yazabilmenin mutluluğu içindeyim. ^^

Animenin sonunu beğenmeyenler olmuş. Yüce ore-sama @isuramunobara da dahil.  Ama ben beğendim gayet. Genel olarak tüm karakterlerin yaşamlarını nasıl sonlandırdıklarına dair kesin sonuçlanmayan bitişlerle aram iyi değildir ama bunu sevdim. (spoiler sayılmaz :/)

Belki de dramasından. Bilmiyorum.

Sonuç olarak tavsiye ederim. İzleyin. :)



Ha bir de ilk 11 bölümün opening'i gayet güzel. O kadının sesini incelttiği bir nokta var ki geri alıp tekrar tekrar dinliyorum. Ama sonra değiştirdiler. Ne mantıkla yaptılarsa.. Onu pek sevmedim. dinlemedim de zaten.