28 Eylül 2013 Cumartesi

RAFAEL NADAL ve Doping


Daniel Köllerer denen nevi şahsına münhasır beyefendi Nadal'ın doping yapmamasına imkan olmadığını, 7 ay sakatlıktan sonra böyle bir başarı yakalamanın mümkün olmadığını falan söylemiş.

Sakatlığı süresince geri dönüşü her ertelendiğinde benzer iddialar ortaya atılmıştı.
Tabi şimdi bunu pişirip tekrar önümüze sunan 'eleman' 5 maçın sonucuna etki etmekten ömür boyu men almış, ırkçılıkla da bunu taçlandırmış bir isim olunca (böyle tanımlayınca bir yerlerden çok tanıdık geldi allah allah...) pek dikkate alınamıyor. Adam bir de 'ben yaptım ama herkes yapıyor, ben yakalandım'a getirip mağdurları oynama peşinde. (allah allah dilimin ucunda bi yerden çıkarıcam ama)

Bunları bir kenara bırakırsak bazı tenisseverler de zaman zaman 'bu adamın 6 saat at gibi koşturmasına imkan yok' gibisinden dillendirmelerde bulunuyorlar.

Allah korusun yıllar sonra Oprah Winfrey'e gözyaşlarıyla böyle bir açıklama yapsa n'olur düşünmek bile istemiyorum. 7 Fransa Bisiklet Turu'ndan sonra 8 Fransa Açık'ın -belki ve inşallah daha fazlasının- sahte bir heyecandan ibaret olduğunu öğrenmek büyük bir yıkım olur.
Artık sporcular Fransa'da turnuva kazanmaya korkar olur heralde. Lanetli Topraklar!

Fransa Demişken; Fransızların İspanyollara yönelik doping ithamları hepimizin malumu. Hatta bir dönem iyice çirkinleşip, 8 Roland Garros kupasını İspanya'ya ithal etmiş Rafael Nadal'ı kuklayla canlandırmak suretiyle bol bol 'sihirli iksir' içirttikleri bir video çekmişlerdi. Gerek Monte Carlo'yla gerek Roland Garros'la Fransız topraklarının müdavimi bir sporcuya yönelik pek misafirperver davranışlar değil bunlar tabii..




Neyse Nike da boş durmamış zamanında. Andres Iniesta, Pau Gasol ve Rafael Nadal'la beraber İspanyolların başarılarını özetledikleri 'HAHA EZİKLER SİZ ANCA TRİBÜNDEN SEYREDİP OTURDUĞUNUZ YERDEN KONUŞURSUNUZ!' temalı bir film çekmişler.


A Los Que Dudan- Şüphe Edenler İçin:



23 Eylül 2013 Pazartesi

Hayatımda Aldığım En Güzel İltifat








Sanırım blogdaki en kişisel yazı olacak.

Ben genel olarak çok rahat diyalog başlatan biri değilim tanımadığım insanlara karşı. Tanışmak, selamlaşmak benim için -her ne kadar istesem, hatta zaman zaman kafamda kurgulasam da- ilk adımı attığım eylemler değildir. Annem 10 dakikalık bir belediye otobüsü yolculuğunda yanındaki teyzenin kızı hangi bölümde okuyormuşa kadar gelir, babam yaz tatilinde muhtemelen ömründe bir daha görmeyeceği bir adamla asansörde 5 kat çıkana kadar nerde ne iş yaptığı muhabbetine gelir.. Bense 5 saatlik bir otobüs yolculuğu sona erdiğinde yanımda oturan kişinin saç rengini bilmeden inerim otobüsten. Selamlaşmak şöyle dursun  kafamı bile kaldırmam.

Bir yaz tatili, ben 10-12 kardeşim de 6-8 yaşlarında. Piknikteyiz. Büyük salıncaklardan birine karşılıklı oturduk sallanıyoruz. Sonra yanımıza down sendromlu bir kız geldi. Yüzü hep gülüyordu. Oturdu bizimle beraber sallanmaya başladı, sonra da sohbet etmeye... 'nasılsın?' 'iyi misin' 'nerede oturuyorsun'.. sıradan sohbet soruları.. O gülümseyerek soruyordu bense inanılmaz gerilmiştim. Normalde diyalog konusunda zaten gergin biri olarak bir de söylediklerini anlayamayıp cevap verememekten korktum. Bu konularda beceriksiz olduğumun farkındaydım. O gün daha sıcak, daha güler yüzlü olabilirdim.


Yine bir yaz tatili. Bu sefer 16 yaşındayım. Bulunduğumuz yer 10000 nüfusluk bir site. Müthiş kalabalık. Sahilde gözlerim bizimkileri arar vaziyette yürüyorum. 'bakar mısın' diye bir ses. Döndüm. Tüm bu kalabalıkta tek başına, havlusuna sarılmış down sendromlu bir çocuk. 'saat kaç?' İşte tanımadığım herhangi bir insan soru sorduğunda verdiğim Raj tepkilerim -sheldon'a saygıyla..- yine aktive oldu. Bir anlık duraksamadan sonra saatim yok diyebildim. Sonra cep telefonum geldi aklıma 'bir dakika!.. 3'ü 20 geçiyor.' teşekkür etti kibarca.
Çok hoşuma gitti. Bu özel çocuk annesinin elinden tutmak zorunda değil.
Tabi ben yine kızdım kendime. ne vardı gerilecek yani?


Gelelim bana bunları yazdıran son ve en güncel olaya... Artık 21 yaşındayım. Yine buz dolabıyım, yine 5 saatlik otobüs yolculuğunu kulaklıklara şükrederek ve yanımdaki yolcunun saç rengini bilmeyerek tamamlıyorum. Yine bir yaz mevsimi..

Bu sefer mekan yirmiliklerimin götürdüğü yer; Gazi Üniversitesi Diş Hekimliği bekleme koridorları.
Kalabalık. Annem bulduğu boş bir yere oturuyor. Çocuk rahatsız oluyor çünkü annesinin yeri orası. Annem 'Annen mi gelecek? Tamam. Çok yorgunum. Biraz oturayım annen gelince kalkarım.'  Kız çenesini oynatamıyor. Hareketleri titrekçe, biraz da ürkek. Zayıfça bir kız. Sadece gözleriyle, biraz mimikleriyle, çıkardığı kısa ve kısıtlı seslerle, biraz da titrek elleriyle anlaşabiliyor. Annesi geliyor bir süre sonra, kızın diğer yanındaki koltuk boşalınca oraya oturuyor. Annem de sohbete devam ediyor 12 yaşlarındaki kızla: 'Tedavi olmaya mı geldin? Annenle mi geldiniz?' Muhabbeti ilerletiyorlar. Bir yandan onları izliyorum bir yandan iç seslerim yardımıyla kendimle kavga ediyorum. 'annem bunu nasıl yapabiliyor? ben olsam hemen kalkardım. bu kadar rahat nasıl diyalog kurabiliyor?!' 'hayır normal olan o artık gerçekten de yabani olduğunu kabul etmen lazım.'
Derken kız anneme beni gösteriyor. Elleriyle 'güzel' işareti yapıyor beş parmağını uçlarından birleştirerek. Gülümsüyorum, teşekkür ediyorum. Elini uzatıyor. tokalaşıyorum nazikçe, titrek ellerini acıtmamaya çalışarak ve biraz da gurur duyarak kendimle. Gurur duyuyorum çünkü normalde teşekkür etme işini anneme bırakmam lazımdı ve de uzatılan ele nasıl reaksiyon göstereceğimi akıl edememem ya da hiç farkedememem.

Sıramız geliyor muayene oluyoruz. Çıkacağız hastaneden. Annem iyi günler diliyor. Bu sefer ben elimi uzatıyorum. Gülümseyerek 'görüşmek üzere' diyorum. Kızın gözleri parlıyor. Elimi sıkıyor zayıfça. Sonra anneme dönüp sıkı sıkı tembihliyor 'bak kızın gidiyor bırakma onu' diye. Yine sadece gözleriyle ve hafifçe titreyen elleriyle.

Hastaneden çıktığımızda hayatımın en güzel iltifatını aldığımı farkediyorum. Evet biraz şımarıyorum belki ama en çok hoşuma giden bir diyaloğu devam ettirebilmiş olabilmek. Kendi yetilerimdeki gelişmeyle gurur duyuyorum.
Gurur duyuyorum kendimle bu sefer donakalmadığım için.

Bilmiyorum ben daha önce hiç tanımadığım bir insana iltifat ettim mi, ilk kez tokalaşmak için elimi uzatığımda kaç yaşındaydım mesela?

Doğrusu nasıl davranmam gerektiğini aşama aşama öğrendiğim 3 akılda kalıcı olaydır benim hayatımda. Biraz daha sıcak, biraz daha rahat, biraz daha normal ve biraz daha insan olmayı öğrendiğim 3 özel çocuk. Onları özel yapan da budur bence.






5 Eylül 2013 Perşembe

Amerika Açık'tan Kısa Kısa

Takvimin son Grand Slam'i Amerika Açık'ın sonlanmasına sadece üç gün kaldı. Geride bıraktığımız bir buçuk haftada ise çok güzel maçlar, sürpriz mağlubiyetler, geri dönüşler ve de sıradan maçlar izledik (yazar burada realist davranıyor). Blogumuzun diğer yazarı dormansi kendisini Amerika saatine alıştıramadığından ve bir tatili hak ettiğinden, ben de üşengeçliğimden maçlar hakkında pek bir şey yazamadık; ama şimdi kısa anekdotlarla arayı kapamaya çalışacağım.


  • Federer'in Korkunç Elenmeler Silsilesi: Sönmek üzere gibi görünen starımız Roger Federer, bu Grand Slam'de de beklentileri boşa çıkararak çeyrak finale bile çıkamadan elenmeyi başardı. Korkunç elenmeler silsilesi adını verdiğim seriye bu yıl Fransa Açık'ta Tsonga'ya karşı set bile alamadan elenerek başlayan Federer, bunu Wimbledon'da, Hamburg'da, Gstaad'da ve şimdi de Amerika Açık'ta yaparak, kendisinin normalde çok övdüğümüz istikrarını bambaşka bir noktaya taşıdı.( bu arada seri için gerekli olan set alamaması değil, rakiplerinin normalde ona göre çok daha düşük profilli oyuncular olması, Tsonga hariç). Federer'in bu elenmesini daha da korkunç yapan, onu eleyen Robredo'nun Nadal karşısında sadece dört oyun alabilerek çeyrek finalde elenmesi oldu.                                       

                        
  • Pennetta'nın Dönüşü: Sakatlıktan yeni dönen, uzun zamandır kortlarda görmediğimiz İtalyan tenisçi Flavia Pennetta, zaten önceden de sevdiği Amerika Açık'ta çok güzel maçlar çıkarıyor ve gerek vatandaşlarını, gerek de diğer kadın tenisçileri yenerek yoluna devam ediyor. Yarı finalde de dünya iki numarası Azerenka'yla karşılaşacak. Normalde kadın tenisini çok sevmem; ama bu yıl Amerika Açık'ta çok güzel maçlar oynandı ve yarı final eşleşmeleri de güzel maçlar vaadediyor (diğer eşleşme de Serena Williams vs. Na Li). Pennetta'nın da geri dönüşünü bir kupayla taçlandırmasını isterim.                                                       
  • Tek El Backhandlerin Başarısı: Tamam başlık çok genel duruyor; ancak tek el backhandi olan erkek tenisçilerin sayısı çok az ve ben sadece ikisinden bahsedeceğim: Federer'in kankası, İsviçre'nin bir diğer gururu Stanislas Wawrinka ve de istenilen patlamayı bir türlü yapamamış, sakatlıklarda çok çekmiş, Richard Gasquet. Wawrinka'nın maçlarını izleme fırsatım pek olmadı; ama ismi bilinen, belli kalitede rakipleri toplamda sadece iki set kaybederek geçip, çeyrek finale geldi ve Andy Murray'in rakibi oldu. Gasquet de çeyrek finale kadar ufak tefek sıkıntılarla gelip, Ferrer'in rakibi oldu ve ilk iki setini kazandığı mücadeleyi beş sete götürerek sevenlerine minik çaplı sinir krizleri geçirttikten sonra, yarı finalde Rafael Nadal'ın rakibi oldu. Hem Wawrinka hem de Gasquet aslında şu ana kadar yaptıklarından daha fazlasını yapmaya yetecek potansiyeli olan oyuncular, final yolunda ne yapacaklar, göreceğiz.
  • Djokovic'in İnanılmaz Kolay Kurası: Her şey bu kadar kolay başlamamıştı aslında. Djokovic'in finale giden yolu Nadal ile Federer'i diğer yarıya attıktan sonra bile Del Potro, Fognini, Dimitrov gibi isimlerle gayet zordu; ancak bir şekilde hepsi elendi ve Djokovic çeyrek finale kadar hiç bir (yanlış görmediniz hiç bir) seribaşıyla karşılaşmadan geldi ve çeyrek finalde de oynayacağı Youzhny yirmi bir numaralı seribaşı. Böyle olunca Djokovic hiç set kaybetmeden çeyrek finale kadar geldi. bu durumun bundan sonrası için avantaj mı dezavantaj mı olacağını ise en geç yarı final maçında görürüz.                                                             
  • Nadal'ın Dudak Uçuklatan Servis Performansı: Nadal seriye bağladı, yılın bir kısmında ciddi bir sakatlık geçirdikten sonra, insanüstü bir şekilde geri dönüyor. Bu dönüşünü anlatmak için insanüstü de yeterli olmayabilir; çünkü Amerika Açık serileri ve Amerika Açık'ta şu ana kadar toplamda 170 servis oyunundan 162'sini; Amerika Açık'ta ise hepsini kazanarak inanılması güç bir istatistiğe ulaştı(via SadeceTenis ).          
                                                                            Şimdilik aklıma gelenler bu kadar, bu blogu öyle çok kişinin okuduğunu düşünmüyorum; ama okuyanlar arasından farklı fikir beyan etmek isteyene, bu turnuvada şunlar da farklı olmuştu diyene yorum bölümümüz açık :). Yeni bir yazı için üşengeçliğim geçene kadar esen kalın efendim:)







:)