20 Ocak 2014 Pazartesi

GEZDİM, GÖRDÜM, GELDİM!

Çok okuyanın mı, yoksa çok gezenin mi daha çok bileceği tartışması süredursun, ben ikincisindeki eksikliğimi kapatmak üzere büyük bir fırsat elde ettim ve fırsatı değerlendirdim. Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın bu yıl ilk kez düzenlediği Barış Gemisi projesiyle Hırvatistan'ı, Bosna'yı ve Tunus'u görme ve belki daha da güzeli Louis Olympia gibi bir gemide kalıp, bir sürü güzel insanla tanışıp, arkadaş olma şansını elde ettim.
10 gün boyunca kahrımızı çeken Olimpia

Şans, kısmet veya kader ne dersek diyelim zaten başından beri itici güç oldu biraz benim için. Daha üşengeçlikten staja bile başvuramayan bir insan olarak, geziyi twitterdan kurayla kazanmam galiba gitmem için en geçerli yoldu. Neyse valizler toplandı ( bu kısmı çok abarttım maalesef), dersler, sınavlar asıldı ve 29 Ekim'de gemiye binebildim.
Valizler, pasaport kontrolleri, biniş derken öğlen vardığımız limandan akşam 8 gibi çıkabildik. Gezinin de çoğu açık denizde geçti aslında; ama gemi o kadar güzeldi ki son iki gün beşik gibi sallanmamız dışında rahatımız hiç bozulmadı. Gemiye de gemi demek istemiyorum; çünkü aslında beş yıldızlı otel konforundaydı. Günde üç öğün açık büfe yemekten sonra öğrenci evinde kendimi biraz garip, biraz mazlum hissetmedim desem yalan olur!
Gemide bir sürü program, etkinlik vardı; ama onları şu an es geçiyorum. Hepsinden bahsetsem gezi yazısından çıkıp, başka bir şeye döner bu yazı. Ancak şu kadarını yazayım, altı yüz küsür Türk, yüz elli kadar da yabancı öğrenciyle wi-fi olmayan bir gemide bir çok insanla tanışma imkanım oldu ve bu imkan bence diğer bütün programlardan, etkinliklerden hem daha yararlı, hem de daha anlamlıydı.
Sonrasında 1 Kasım'da Dubrovnik'e geldik. Dubrovnik Hırvatistan'ın liman kentlerinden biri ve çok uzun bir tarihi var, belli bir süre Osmanlı egemenliği altında da kalmış ve çok güzel bir şehir, en azından benim görebildiğim kadarı öyleydi, zira akşam vakti şehrin eski kısmını gezebildik; ama bu kısma sonradan geleceğim.
Güneş doğarken Dubrovnik manzarası
Gemiden inip, otobüslere yerleştikten sonra Dubrovnik'ten ayrılıp, asıl ilk durağımız Mostar'a hareket ettik ve üç saatlik yolculuktan sonra Mostar'a varabildik. Rehber bize biraz kentin tarihini anlattı, 15 dakika kadar onunla gezdik ve sonra serbest kaldık. Köprünün olduğu tarihi kesim çok güzel olmasına rağmen yapabileceğimiz çok bir şey yoktu, bu yüzden bol bol resim çekip, alış-veriş yaptık. Mostar köprüsünün üstünden geçerken, "o" köprünün üstünde olduğumu anlamam da benim yapabileceğim türden bir şey oldu; ama perspektifi de suçladığımı bilmelisiniz, hem daha ilk gidişimdi.
Köprünün telefonumla çekebildiğim en güzel fotoğrafı
Yaklaşık 1-1.5 saat köprüyü ve etrafını gezdikten sonra şehrin dışında bulunan tekkeye gittik ve orada tekrar hangi dinden olursa olsun böyle yerlerin muhteşem bir isabetle seçildiğini ve insana anlatılmaz bir huzur verdiğini anladım. Doğayla iç içe, insanlardan uzak maneviyata varmaya uygun bir yer. En son böyle hissettiğim yer de Sümela Manastırı'ydı sanırım, oradan hesap edin.

Ne yazık ki tekkede o gün dervişler yoktu ve biz sadece indiğimiz yerden tekkeye kadar yürüyüp, orada çay içebildik ( gerçi gemide verilen çaylardan sonra halis çay içmek bayağı iyi geldi). Dönüş yolunda ise planda olmamasına rağmen Poçitel adlı bir Türk köyüne uğradık. Poçitel tek bakışla kalbimi kazandı; ama sıkışık programdan dolayı yalnızca yarım saat kadar kalabildik.

Poçitel
Geri dönüş yolu, pasaport kontrolü falan derken Dubrovnik'e varmamız yine akşamı buldu, ben artık şehri gezemeyiz diye endişelenirken otobüsler eski şehre doğru yöneldi ve kendimizi masal diyarı gibi bir kalenin içinde bulduk. Hem kale, hem de kaleden denize kadar olan cadde o tarihi dokusuyla beni çok etkiledi, belki sabah saatlerinde gitsem bu kadar etkilenmezdim; ama ışıklandırma ve o saatlerdeki canlılık da o geçmiş hissini daha iyi veriyor.

Dubrovnik Limanı'ndan o gece ayrıldıktan sonra rotamız Tunus'tu ve aslında hem Bosna-Hersek'ten hem de Hırvatistan'dan daha etkileyici geliyordu; çünkü bana ilk kez yurt dışına çıktığında gideceğin yerlerden birisi Afrika kıtasında olacak deseler buna pek de ihtimal vermezdim.

Neyse bir kaç gün İtalya dolaylarında yol aldıktan sonra Tunus'a bir öğleden sonra vardık. Programımız yine elimizde olmayan sebeplerden ötürü değişmişti; ama yine de Tunus'ta diğer yerlerden daha fazla vakit geçirdik ve bir sürü şey öğrendim. Mesela (kızmayın!) dünya üzerindeki en ünlü komutanlardan Hannibal'ın Tunus'ta yaşadığını bilmiyordum ve gitmeseydim, muhtemelen hala Avrupa'nın bir köşesinde yaşadığını düşünecektim. Oysa ki Tunus'taymış, gerçi Kartaca'yı bilirken, bunu bilememek de benim ayıbım, ama idare edin artık.
Tunus'ta da ilk gece Sidi Bou Said'e yani yine bir eski şehire gittik.

Sidi Bou Said bir din adamının adını almış, genelde düz olan şehrin nadir tepelerinden birinde bulunuyor. Ve anladığım kadarıyla insanların aileleriyle falan gelip, vakit geçirdiği bir yer. Bir nevi Tunus'un Çamlıca tepesi; ama bir farklı özelliği var: hepsi birbirine benzer şekilde yapılmış, beyaz badanalı, masmavi boyanmış kapı ve pencereli, etrafında yasemin çiçekleri biten evleri. Belki o gün elli tane görmüşümdür; ancak hepsini olanca sadeliklerine karşın hayranlıkla izledim. Zaten Tunus'ta aklımda kalan şeylerden biri de sadeliğin herhangi bir şeyi ne kadar güzelleştirebileceğiydi; çünkü ertesi gün Bardo Müzesi'nde de aynı sadelik beni vurdu; ama bu konuya birazdan geleceğim.

Gördüğümüz evlerden sadece bir tanesi
Sidi Bou Said'de bir kaç saat durdu ve genelde sokaklarında dolaşıp alış-veriş yaptık. Burada önemli bir parantez açmam gerekiyor, eğer yolunuz bir gün Tunus'a düşer de hediyelik eşya almaya karar verirseniz tek bir şeyi aklınızdan çıkarmayın: pazarlık edin. İlk gittiğimizde hediyelik eşya satanların verdiği uçuk kaçık rakamlar karşısında biraz gözümüz korkmuştu; ama iki taraf da hemen uyum sağladı, olan on euro vererek aldığım; ama taşları eksik çıkan satranç takımını aldığımda ben henüz uyum sağlamamıştı ve fiyatını aslında otuz eurodan düşürmem de pek bir mutluluk vermedi. Alacaklarımızı alıp, bol bol fotoğraf çektikten sonra gemiye döndük, ama bu sefer ertesi gün tekrar karaya çıkmak üzere.

Tunus gezisinin ikinci günü daha bir tarihi ağırlıklıydı ve belki de bir daha hiç göremeyeceğim yerleri gezdik. Gezimiz kendi çapında bayağı ünlü olan; ancak benim geziye katılmaya karar verdikten sonra duyduğum Bardo Müzesi'ydi. Osmanlı devleti'nin Tunus'ta egemen olduğu tarihlerde emirin sarayı olarak kullanılan bina daha sonra 19. yüzyılda müzeye çevrilmiş. Saray yine dışarıdan bakıldığında çok sade olmasına rağmen, bazı odalarında muazzam bir işçilik var.

Bardo Müzesi'nin asıl kuruluş amacı Tunus'ta antik çağlardan kalan seramikleri sergilemek; ancak daha sonra o zamanlardan kalan heykelleri ve Osmanlı egemenliği altında bulunduğu zamandaki bazı eserleri de eklemişler, zamanımız kısıtlı olduğu için daha çok heykelleri ve seramikleri inceleme fırsatım, oldu; ama onun için bile süre yeterli gelmedi. bir de önceden belirlenen takvime göre müzede 3 saat kadar geçirmemiz gerekiyordu; ancak çoğu kişi müze gezmeyi sevmediği için(!) 2 saat kadar durabildik, bu da benim kendimce yaptığım planları bozdu.
Müzenin girişinde bulunan seramik, resim yanıltmasın iki katlık
bir duvarı kaplıyordu.


Boyun tutulmasına neden olabilecek güzellikte bir çalışma
Bardo Müzesi'nden sonra Kartaca Harabeleri'ne gittik. Yaklaşık 800 öğrenci olduğundan da 25 kişilik gruplara farklı farklı rehberler verilmişti ve Hırvatistan'daki dünya tatlısı rehberimizin aksine Tunus'taki rehberimiz biraz ilgisiz, biraz da yetersizdi ve sadece Kartaca haritası üzerinde bir şeyler anlatıp, bizi gezmek üzere bıraktı; ama müzelere olan sevgim ne kadar fazlaysa, içinden anlam çıkarmanın uzmanlık gerektirdiği harabelere de ilgim o kadar az ve bu, kasım ayında 35 derece sıcaklıkla pek iyi gitmiyormuş. sonuç olarak harabeleri de gördük; ama olanca etkileyiciliğine rağmen bana pek cazip gelmedi.

Gezimizin ana hatları böyleydi, dönüş yolumuz da sorunsuz geçti demek isterdim; ama öyle değildi. 1 hafta boyunca güneşli olan hava birden değişti ve fırtınalı bir havada gemide olmak pek de güzel bir şey değilmiş, hep beraber bunu anladık. Gerçi ilk gün bunu herkesin yaşadığının farkında değildim; çünkü kamarama büzülmüş "herhalde dönüş programa uysun diye hızlı gidiyorlar, n'olur yavaşlasınlar, n'olur, n'olur diye düşündüğümü hatırlıyorum". neyse ilk günden sonra o sürekli baş dönmesine, dans eder gibi yürümeye alışıyor bünye ya da Allah korusun o ara beynime bir hasar verdim, bir yerden sonra hissetmedim.

En sonunda İstanbul'a vardığımızda hem mutlu, hem hüzünlü hem de daha umutluydum. Mutluluk hem yaşadıklarımdan hem de eve dönme sevincinden kaynaklanıyordu; hüzünse ufak tefek eksikliklerine rağmen masal gibi geçen gezinin bitmesinden ve kısa zamanda arkadaş olduğum bir sürü insandan ayrılmaktan. Umutlu olmamın nedeniyse Barış Gemisi ismine yakışır bir ortamı görmüş olmamdan. yanlış anlamayın, normalde olaylara biraz aksi, biraz ters bir bakışım hep vardır; ancak gemideyken farklı farklı yerlerden gelen gençlerin gerçekten de kendi hallerine bırakıldığında çok güzel bir iletişim kurabildiğine, kısacık bir zaman içinde bulunduğumuz dünyayı güzelleştirmek için topluca fikirler üretebildiğine şahit oldum. Bu da diğer bütün şeylerin ötesinde en büyük kazanımımdı sanırım. Uzun lafın kısası, bu sefer ilkti eğer bir daha böyle bir proje yapılırsa hiç düşünmeyin, katılın. İlla ki bir şeylerin ters gitmesi ihtimali var, ama ufak tefek sorunlara aldırmayınca, böyle bir projeden zevk almamak mümkün değil.

*Bu yazıya aslında çok çok önce başlamıştım; ancak olağanca üşengeçliğimle aylar sonra bitiriyorum, o yüzden yazının içinde mantıksal boşluklar falan görürseniz affedin, isterseniz de uyarın, eleştiriye açığım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder