25 Nisan 2014 Cuma

Roland Garros Öncesi Toprak Sezonu ve Rafa 'The Tam Bir Hayal Kırıklığı'




Daha önce de hüzünle belirttiğim gibi yılın en sevdiğim sezonu toprak kort sezonu aynı zamanda yılın en yoğun dönemi wimbledon'ı da içine alacak şekilde. Öyle ki daha bir toprak turnuvası izlemedim. Ama yasa boğucu geçtiğinden de haberdarım.





Nadal geçen sene finalde Djokovic'e kaybederek üzdüğü Monte Carlo'da bu sene final de göremeyerek -David ferrer'e yenilerek- sonrasında da Barcelona Open'da Almagro'ya çeyrekte yenilerek Rolad Garros öncesi hiç hoş sinyaller vermedi.




Federer ise katılmadığı Monte Carlo'ya bu sezon katılıp final görerek bizlere korku salmaya devam ediyor.  Wawrinka'nın da gayretleriyle AusOpen 2014'te gerçekleşmeyen bir İsveç finali sundular bize.

Wawrinka da avustralya finalinden sonra düştüğü yönünde sürekli eleştiriliyordu. Toparlamış. Bi kendine gelmiş maalesef.




Djokovic de geçen sene finalde Rafa'yı yenip kupasını da eline alıp yürüyerek evine götürdüğü Monte Carlo'da Rafa kadar olmasa da hayal kırıklığı yarattı.
Bileğinin sakat olduğu sonra da düşünüldüğü kadar kötü olmadığı bilgisinin geldiğini de ekleyelim.




David Ferrer ve Nico Almagro sezonun kazanan isimlerinden ikisi diyebiliriz. Rafa'yı yenmek özgüven tazeletmiştir.




Nadal oldukça sıkıntılı. Çok büyük hayal kırıklığı bu iki turnuvudan birden yarı final göremeyerek ayrılması. Hayır yani yenildiği adamlar da... Neyse.




Şimdii... Biraz da özele girelim. Malum Federer'in hanımı Mirka kızımız tekrar hamile. Federer de ailem her şeyden önce gelir takvimimi ona göre ayarlıcam tanımam öyle grand slam falan minvalindeki açıklamalarıyla kulislere hareket getirdi.

Ancaak asıl bomba gibi düşen -ama nedense Türkiye'de tt olamayan, timelineımda infial yaratmayan- olaya. .
Bizim tarzan Nole baba oluyormuş. DJOKOVIC BABA OLUYOR! Her fırsatta uyuzluğunu dile getirdiğim nişanlısı Jelena hamileymiş. Bunu bir twit atarak biz sevenleriyle(!) paylaştı.
Hesaba defalarca baktım. Onaylanmış hesap. Bi daha bakim vallaa da onaylanmış hesap ha durumundan sonra ikna oldum.  Ne diyelim allah analı babalı büyütsün.





İnşallah Federer'in ikizleri doğduktan sonra yaşadığı performans düşüklüğünü yaşar. Çok da gerek yok gibi ama nolur nolmaz. Rafa'ın da hali ortada şimdi.

Ha bir de bu arada Ivan Lendl ve Andy Murray birlikteliği sona erdi. Ayrılık Lendl cephesinin kararıymış. Ve Murray bayağı dımdızlak kaldı ortada hala da bi koçu yok. En son koç olabilecekler listesini 7-8 isme indirmiş. Bayan koç da olabilirmiş diye duyduk. Yakında açıklar heralde.
Wimbledon kazandıktan sonra kendine gelemedi bu çocuk :(





İlk etapta aklıma gelenleri yazdım çok da uzatmıyım şimdilik bu kadar. Sezonun kalanında mutlu mutlu, caps locku bol, coşkulu yazılar yazmak dileğiyle esen kalın efenim.








6 Nisan 2014 Pazar

4. SEZONA BAŞLARKEN GAME OF THRONES-2

Bir önceki postta -ki buradan ulaşabilirsiniz- 4. sezon öncesi Westeros'un daha güneyde kalan topraklarındaki durumu özet geçmiştim. Bu sefer ise Sur'un ötesi de dahil olmak üzere kuzeyi anlatmayı planlıyorum, zira hikayede çok önemli rolü olan ve olabilecek karakterlerin bir çoğu bu sezon kuzeyde.
Stannis'in asıl dinlemesi gereken Davos; ama nerde?
İlk bahsedeceğim, kuzeyli olmayan, hatta orayla kısa zamana kadar pek ilgisi bile olmayan; ancak Sur'dan gelen haberleri alınca yolunu Kral Toprakları'ndan kuzeye, Sur'a çeviren Stannis Baratheon ve ordusu, bunlara kendisi bir ordu gücünde Kırmızı Kadın'ı ve sadakatine ve düşünme şekline hayran olduğum Davos'u ekleyince, hiç de azımsanmayacak bir kuvvet teşkil ediyorlar. Geçen sezon biterken Stannis daha yeni kuzeye doğru yola çıkmaya karar vermişti ve gelişini ne zaman görebiliriz, pek belli değil; ama onun gelişinin kuzeyde dengeleri değiştireceği kesin. Stannis'in kendisine bir parantez açarsak seride sevip sevmediğimden emin olamadığım karakterler arasında, bunu mesela Varys'de de yaşıyorum; ama Varys çok komplike bir karakter, bir yere kadar nerede ne yapacağı belli olmuyor; Stannis ise tam tersi, seride kendi kurallarını belirlemiş ve bunlara neredeyse tam bir kesinlikle uyan tek karakter. Başkalarına sevimli veya daha korkutucu görünmek için eylemlerini değiştirmiyor, doğru bildiği ne varsa onu yapıyor, bu da Game of Thrones'un o belirsiz atmosferine biraz ters düşüyor, aslında şu ana kadar yaşayabilmesi bile mucize olabilir düşününce; ama oynamakta olduğu role devam ediyor, önemli olan da o.
Mance ile ilgili ilginç bir anekdot; kendisi boş zamanlarında Aberforth Dumbledore
Diğer bir önemli olay da Mance Rayder'in Sur'a kadar dayanmış olması. Mance Rayder bize geçen sezon tanıtılsa da kendisini pek görememiştik. Aslında çok daha derinlikli ve yine ne tam iyi, ne de tam kötü diyebileceğimiz bir karakter. Bir yandan Nöbet'e sırtını dönmüş ve yabanıllara katılmaya karar vermiş; ama şu an Sur'a dayanmasının güneylilerle bir ilgisi yok, o da kendi halkını (ki o kadar yabanılı kendi hükmü altında toplamak inanılmaz bir iş kitaba göre) Ak Gezenlerden korumak istiyor. Fakat bu düşüncesi Nöbet'in kurulma amacına aykırı; yani yine çatışması bol bir sezon izleyecek gibiyiz.
You know nothing Jon Snow diye diye aşağılıyorlar çocuğu, olmuyor!
Sur denince akla ilk gelecek isim de tabii ki Jon Snow. 5 kitabı da okuduktan sonra Game of Thrones'ta en sevdiğim karakterin kendisi olduğuna karar verdim. Gerçi ilk kitaplardan beri seviyoruz, sayıyoruz kendisini; ama Game of Thrones'un hataya aman göstermeyen, acımasız atmosferinde o iyi ve düzgün duruşunu bozmadan; ama gerektiğinde sertleşip, zor kararları verebilen biri haline dönüştü. İkilemler yaşamıyor mu, tabii ki yaşıyor; ancak mesela Robb'un aksine en önemli şeyi göz ardı etmiyor (Robb'u da sever, sayardık; ama yapmaması gereken bir hatanın nelere mâl olduğunu biliyoruz). Yani Jon Snow herkesin biraz acımayla, biraz da küçümseyerek baktığı Ned Strark'ın gayrı-meşru oğlundan, etrafındakileri yönetebilecek konumda, başkalarının saygı duyduğu bir insan hâline geldi ve bu dönüşüm Robb'un gene bir oğlandan krala dönüşmesinden daha sağlam temellerle gerçekleşti.
Bir de Jon Snow'la ilgili spoiler olmayan, gerçekliği de kanıtlanmayan; ama çok yaygın bir fan teorisi var ki, "ben her şeyi diziyi izleyip öğrenmek istiyorum" diyenler okumasın; ama kitaplarda geçmediği için bence rahat olunabilir. Bu teori de Jon'un kitapta ve dizide geçtiği gibi Ned Stark'ın gayrı-meşru oğlu olmadığı ve aslında Rhegar Targeryan'ın ve Lyanna Stark'ın çocuğu olduğu teorisi. Bu öyle bir tahmin ki özellikle kitapları düşününce insan bunun doğruluğuna hemen inanabiliyor. Elimizde bunun işaretlerini veren bir çok şey var çünkü, Lyanna'nın Ned onu kurtarmaya gittiğinde ölmesi ve Ned'e ölmeden önce bir söz verdirtmesi; Ned'in herkes tarafından çok onurlu bir insan olarak bilinmesine rağmen, gayrı-meşru bir çocuğunun olmasının imkansızlığı; Jon'un annesinin adının dizide hiç geçmemesi(kitapta geçiyor; ama gerçekliğinden herkes şüpheli); en son olarak da Lyanna'nın tutulduğu yerin başında kralın nöbetçilerinden üçünün beklemesi ki Rhegar'ın kendi karısının bile başında bu kadar adam yok normalde. Eğer böyleyse, Jon'un zaten önemli olan rolünün ilerideki kitaplarda daha da artması ve zaten azımsanmayacak sayıda olan taht adaylarına eklenmesi ihtimali var. Diğer bir akla yakın teori de Jon'un Lightbringer olması ihtimali; ama o hem çoğunlukla kitaplarda bahsedildiği ve dizide şu ana kadar pek geçmediği için, hem de çok ayrıntılı hatılamadığım için başka zamana diyorum.
Uzak geleceği bırakıp, bu sezonu düşünürsek de Sur'a Mance Rayder dayanmış vaziyette, Lord Kumandan'ın da ölü olduğu gerçeğiyle birlikte bu sezon Jon'a düşecek sorumluluk eskisinden kat be kat fazla.
Kuzeyde bahsetmediğim tek bir karakter kaldı; o da hikayesinin nereye uzayacağı tamamen tahmin edilemez olan Bran Stark. Bran geçen sezon kardeşiyle Kışyarı'ndan kaçıp, onunla da ayrıldıktan sonra, Jojen ve Meera ile tanışıp, Sur'un kuzeyine doğru yol almaya başlamıştı. Bu arada kendisinin bir warg olduğunu, yani istediğinde ulu kurdu Summer'ın derisine girebildiğini öğrenmiştik. Hatta serideki nihai amacı Bran'i taşımak ve kendi ismini tekrarlamak olan Hodor'un bile derisine girmişti. Bu sezonda da Bran'in diğer karakterlerden farklı olan spiritüel yolculuğu devam edecek gibi; ama yolun sonunda ne olur, spekülasyonlar dışında bilemeyeceğimiz bir mesele bu.
Game of Thrones'un yeni sezonuna 12 saatten az kalmışken kuzeyin son durumu da böyle, bütün underdoglar buraya toplanmış; ama herhangi birisinin dönüşü muhteşem olabilir, benim oyum Jon'a tabii ki; ama iş bitirici özellikleri nedeniyle Davos'a da dikkat edin derim. Üşengeçlikte bir dünua markası olduğum için de Daenerys  a.k.a. Khaleesi'miz hakkında yazmayabilirim; ama onun zaten olayı hep aynı, ben ejderhayım, ben zincirkıranım, kraliçe olacam ben diye etrafa söylenip, sonra bütün sezonu çölde geçirmek. Son olarak da trailer verip gideyim ben, olur da birileri okur ve bu böyle değildi, şöyleydi diyen olursa yorum kısmımız ardına kadar açık efendim:)
Cities in Dust çok yakışmamış mı trailera, olayın tam özünü yansıtıyor, serinin sonunda taş taş üstünde kalmayabilir çünkü.

31 Mart 2014 Pazartesi

4. SEZONA BAŞLARKEN GAME OF THRONES-1

Siyasi güç için çatışmanın Türkiye'den daha fazla olduğu tek yer olan Westeros'ta 4. sezona giriyoruz. Hem diziyi takip eden hem de kitap serisini okuyan biri olarak dizinin 4. sezonu öncesi çoğunlukla işsizlikten, biraz da okuyan olursa hatırlatma niteliğinde bir yazı yazayım dedim. Ancak George R.R. Martin'in serisinde karakter, yer ve olay enflasyonu olduğu için, bu yazıyı parça parça yayınlamayı planlıyorum, hem 6 nisan'a kadar geri sayım olur. Bu arada yazının dizide şu ana kadar gelinen yerlerden kesinlikle spoiler içereceğini, belki ayrı bir kısımda kitaptan da spoiler verebileceğimi ekleyeyim, sonra seyir zevkiniz bozulmasın.
Bu postta, coğrafi bir ayrım yaparak Westeros'un Frey kulelerinden başlayarak güneyini anlatmayı planlıyorum; ama çok da güneye inmeyeceğim yani Yüksek Bahçe'yi ve Dorne'u dahil etmeyebilirim.
Bu sezon Lannister'ların resmiyette olmasa da fiilen tahtta olacakları 3. sezon. Geçen sezonun sonunda kitabın belki de en trajik olayı- Red Weddingle Stark ne kuzey tehdidini bitirdiler ve stannis Baratheon da Karasu Savaşı'ndan beri ortalarda görünmediği için şu an galibiyetin tadını çıkarıyorlar. Ancak bu keyif ne kadar sürer bilinmez; çünkü Stannis yenilmiş olsa ve şu an yüzünü kuzeye dönmüş olsa da hala bir tehdit, Nehirova (Riverrun) Catelyn Stark'ın amcası Karabalık'ın elinde ve güneydeki Martelllere ne kadar güvenebileceklerini bilmiyorlar.
Ayrıca Lannisterlar birbirlerine de tam anlamıyla güvenmiyorlar. Serinin başında düşüncesizce davranan, kendi çıkarları için başkalarını harcamaktan çekinmeyen Jamie Lannister, muhtemelen kılıç kullanan elinin kesilmesiyle başlayan bir karakter gelişimine gitti ve şimdi Cercei'nin asıl yüzünü daha iyi görebiliyor. tyrion zaten başından beri ailenin geri kalanından farklı ve onlardan biri tarafından öldürülmek istendiği gerçeği de ailesine olan güvenini sağlamlaştırmamıştır şüphesiz. Cercei maalesef hep aynı şekilde davranıyor. Zeki olduğunu ve gücün kendisinde olduğunu zanneden bir karakter; ama kitapta da dendiği gibi güç, zenginlik ve güzellikten sadece birisi gerçekten onda var ve bu da geçmek üzere. Onun dışında sezon başlarken Lannisterların en büyük aktivitesi yaklaşan düğün gibi görünüyor; ama Game of Thrones evreni insanın kendini en güvende zannederken, olayların tersine dönebileceği bir yer.
Hem Robb'a hem ulu kurduna yapılmış en büyük hakaret; ama North remembers!
Kuzeye Frey Kulelerine dönersek, Red Wedding bütün kuzey tehdidini dağıtmış görünüyor. Zira o gün bir tek Robb Stark ve annesi değil, birçok Stark sancakbeyi de öldü, ya da esir alındı. Bu da savaşın bittiğinin göstergesi adeta. Red Wedding hakkında da söylenecek çok şey yok; ama nedeni hakkında söylenebilecek şeyler var, bu olay her ne kadar sadece Martin'in acımasızlığı olarak görülebilse de aslında bir plot device yani hikayenin ilerlemesini sağlayacak bir aygıt sadece. Aynı kategoriye Ned Stark'ın ölümünü de koyabiliriz mesela. Bu iki olay olmadığında hikaye bir şekilde tıkanıyor, Ned Stark ölmese Westeros'taki büyük savaş hiç başlamayacaktı muhtemelen; Robb Stark ölmese de dizide söylenenin aksine Robb kuzeye, kaybettiği toprakları almaya dönecek ve bir ilerleme kaydedemeyecekti. Gerçi şu an çok bir ilerleme var mı derseniz, tabii ki yok; ama Kışyarı'nın(Winterfell) Boltonların elinde olması, Starkların elinde olmasından çok daha ilgi çekici ve sonraki kitapları etkileyen bir durum.
Red Wedding'e gelmişken Arya Stark'tan bahsetmemek olmaz. Babası öldüğünden beri, ailesine kavuşmak için çaba gösteren Arya'nın yaşadıkları pembe dizilerde yaşanmadı resmen. Önce Sur'a giden gruba katıldı Kışyarı'na gideceğim diye, sonra başlarındaki adam öldü, Kardeşlik'e rast geldi, biz seni götürürüz dediler, onlar hafiften cayınca, kendim yaparım deyip kaçtı; bu sefer Tazı onu kaçırdı, fidye için ağabeyine ben teslim ederim dedi, geç kaldılar. Tabii uzaktan bakınca Arya'nın Red Wedding öncesi ailesine katılmasını onun muhtemel ölümü ya da Boltonla evlendirilmek için esir alınması olacağını  biliyoruz; ama bu onun için üzülmemize engel değil. Aynı zamanda Arya'nın yaşşadıkları da kendi karakter gelişimi için çok önemli, seride hamuru intikamla yoğrulan bir karakter ve ileride dönüşeceği insan bir sürü dengeyi değiştirebilir.
Sansa'nın alametifarikası bu aval aval bakışları
Bir de tabii Sansa var. Küçük kız kardeşinden tamamen zıt bir şekilde kendisini koruyan tek şey, ailesinin adı ve diğer Starklar ölü sanıldığı için, onun Kışyarı mirasçısı olması. Karakter olarak da Arya'ya tamamen zıt olan Sansa şu ana kadar sadece birkaç yerde omurgalı bir duruş sergileyebildi; ama bu konudan çok hoşlanmasam da kendisini tamamen suçlayamıyorum. Çünkü yaşadığı çevre zaten onun gibi kızlar yetiştiriyor, bu şartlarda istisna olan Arya, Sansa değil; ama bu aptallığı için ona kızmamı da engellemiyor, en hafifinden babasının ölümünde büyük bir suçu var. Gelecekte Sansa'nın karakteri biraz olsun değişir mi? Tabii ki böyle bir ihtimal var; çünkü seride zaten başından beri aynı olan insan yok, Game of Thrones'un güzel bir seri olmasının nedenlerinden biri de bu, uzun zamandır gördüğümüz, iyi-kötü tüm karakterlerde bir karakter gelişimi var; ama Sansa'da bu ne kadar olur şüpheliyim. Şu ana kadarki en büyük karakter gelişimi herkese inanmayı bırakması ve çenesini arada sırada kapalı tutabilmesi oldu; taht oyununda önemli bir karakter olmaktansa çok uzak maalesef.
4. sezona başlarken Westeros'un güneyi böyle. Yazıyı yazarken de anladım ki kuzey ve Westeros'un dışı barındırdığı hikayeler açısından daha da ilgi çekici; ama onlar da başka bir güne artık.


2 Şubat 2014 Pazar

Lionel Messi & Roger Federer

Sumocu Federer'in yüz ifadesi şahane!

Messi'yi o çelimsizlikle buz hokeyi kıyafetleri içinde hayal etmek çok zordu. iyi ki canlandırmışlar.

Ayrıca İspanya'nın tenisle temsil edilmesi hem biraz komik hem de Federer'e biraz ayıp olmuş.

Ayrıca Federer'in tüm mimikleri çok güzel. Reklam konusunda çok kazanması oldukça anlaşılabilir.




26 Ocak 2014 Pazar

Rafael Nadal - Stan Wawrinka -Avustralya Açık 2014 Final





O maç bu maç değil!

2 yıl sonra Rod Laver'da arz-ı endamını heyecanla beklediğimiz final bu değildi!

Maça her iki taraf da iyi başladı aslında. Biz daha çok Wawrinka'nın oyununa kilitlenmiştik. Rafa'nın minimum 3-1 kazanacağından o kadar emindim ki.

Ancak Stan ilk sette servis kırdı. Kendi servis oyununda da 0-40'ı gördü. Tabi biz bu esnada break'ten emin bir şekilde arkamıza yaslandık ama final maçına mental olarak çok iyi hazırlanmış. 0-40'tan gelip oyununu kazandı ve ilk seti hanesine yazdırdı.

Wawrinka Djokovic'i yenmenin verdiği özgüvenle çıkmıştı bugün. 0-40'tan  gelip -2. servisle hem de- oyun almak ilk grand slam finali için muazzam. Ayrıca Djokovic karşısındaki kanser eden oyunu da yoktu. O sürekli dışara giden toplara çok ümit bağlamıştım ben :(

2. Sette de Stan bariz üstünlük kurdu. Burada Nadal sırtıyla ilgili sorunlar yaşamaya başladı ve kendini biraz zorlayıp servis oyununu bitirdikten sonra sağlık molası aldı.
Wawrinka hakeme problemin ne olduğunu söylemek zorundasın diye saldırgan ses tonuyla huysuzlandı biraz. (bak bak bak daha ilk grand slam finalinde yaptığı hareketlere bak. hayır bir de arkadaşı bu adam. onu da geçtim Nadal yani. cık cık cık. olmadı bu)




Medikal mola bitince Nadal korta döndüğünde seyirci tarafından yuhalandı. NADAL YUHALANDI!. Gerçekten tenis ayaklara düşmüş arkadaşlar. Bu seyirciye bu adam çok fazla. (yazarın gözleri dolu dolu)
Garibimi ağlattılar.





Bundan sonra Avustralya Açık benim için bitmiştir!! "avustralya seyircisi aptal!!" (evet Toni Nadal'dan böyle bir açıklama bekliyorum)

2. seti de kaybeden Nadal 3. Sette tek atımlık kurşununu kullandı ve şeref setini aldı. 2-1
Ayrıca 3. sette Stan çok gergindi.
Seti kazandıktan sonra bile vamos'lamadı yavrum :(
Bir daha sağlık molası almadı ama aralarda sürekli tedavi uygulandı.
Servisleri çok düştü. Zaman zaman baselineda sabit kaldı. Basit toplara koşmadı.






4. sette Wawrinka servis kırdı. 4-2 öne geçti. derken Nadal rebreak'le karşılık verdi. (içimizde hala bir umut)
Wawrinka da re-rebreakle karşılık verince maç da kupa da İsviçreliye gitti.

Nadal Seremoni boyunca göz yaşlarına hakim olmaya çalıştı

Korttan çıktığı anda da... (yazar burada gözyaşlarına hakim olamıyor)







Nadal konuşmasında Stan'i tebrik etti. 'çok iyi arkadaşım. bunu hakettin senin ve ekibin adına çok mutluyum' Ayrıca seyircilere de teşekkür etti (işte yüce gönüllülük böyle bir şey!) 'çok duygusal iki hafta geçirdim. Daha güzel bitirmek isterdim. Üzgünüm.'
Evet tahmin edeceğiniz gibi o iki yüzlü seyirci topluluğundan alkış kıyamet...

Wawrinka da Nadal'ı tebrik etti. 'geri dönüp 1 numara olmak inanılmaz bir iş. Sırtın için üzgünüm (hadi ordan!) umarım kısa sürede iyileşir'

'geçen yıl Djokovic'e 5 sette kaybettiğimde hüngür hüngür ağlamıştım. 1 yıl sonra kazandığıma inanamıyorum. yarın sabahı beklemem gerekecek rüya olmadığına inanmak için'


Ayrıca basın toplantısında Nadal sırtıyla ilgili soru almamış. 'Bugün Stan'in günü benim değil!' demiş.
Seyircinin yuhalamasıyla ilgili soruya da 'Seyirciler her zaman iyi bir mücadele beklerler. Bugün iyi değildim. İstediklerini verebilecek durumda değildim. Daha sonra onlar da bunu anladılar. Asla onlar hakkında kötü bir şey duyamayacaksınız benden' demiş. Sen onları amcana havale et. O halletsin.

Eli sıkıntı olur mu acaba derken bambaşka bir final oldu.

Stan Wawrinka ilk Grand Slam finalinde ilk kupasına Nadal'ı ilk kez yenerek uzandı.











Rafael Nadal kariyer slamini 2. kez tamamlama fırsatını elinden kaçırdı.

Bir slam de böylece bitti.. Diğğ mi ekselansları?


24 Ocak 2014 Cuma

Rafael Nadal-Roger Federer Avustralya Açık 2014 YariFinali

Beklenen sonuç ama beklenenin altında bir mücadele.






Merakla beklenen, özellikle de Federer'in Andy Murray ve Tsonga karşısındaki nostalji performansının maçın seyrinde belirleyici olacağı düşünülen FEDAL'in kazananı Rafael Nadal oluyor.

Öncelikle Rafa'ya değinelim. Tomic-Monfils-Delpotro'lu çeyrek final yolu beklendiği kadar zor geçmedi. (delpotro'yu görmedi bile) Çeyrek finalde Dimitrov'a 1 set kaybetti ve genel olarak tatmin edici bir oyun oynadı.

İlk turlardan can sıkıcı görünen eli sağlık molası aldıracak kadar kötüleşti. Bu maçla ilgili endişe verici tek noktamız Rafa'nın eliydi.





Federer ise Tsonga'dan sonra Andy Murray'i sette geçerek yarı finale çıktı. Murray'i 4 sette geçmek 3 sette geçmesinden çok daha önemli aslında. Eleştiriler çoğunlukla maçın tamamına iyi oyununu yayamaması ve yaşlanmaya bağlanan yorgunluk belirtilerinde yoğunlaşıyordu. 4. sette kendi oyununu ortaya koyabilmesi, hem de Andy Murray karşısında önemli bir psikolojik eşikti ve geçti.


Yarı final maçı beklendiği gibi başladı. ilk sette servis kıran olmadı ve tie-break'e gitti. Nadal tie-break'te etkili olan taraftı ve 7-4lük skorla ilk seti hanesine yazdırdı.

2. ve 3. sette Nadal nispeten daha etkili bir oyun sergiledi ancak maçı asıl getiren Federer'in kritik anlardaki basit hataları oldu. Üstelik bu hatalar Nadal'ın oyununun sonucunda gelen hatalar da değildi. çok çok rahat file önü vuruşlarını defalarca fileye takarak hem kendisine hem sevenlerine büyük hayal kırıklığı yaşattı Federer.






Beklenenden daha atletik koşular yapıp file önünde bu kadar çok ve bu kadar basit hatalar yapması şaşırttı açıkçası.

Finalde Wawrinka'yla çok daha zor bir mücadele bizleri bekliyor. Geçen yıl 5 sette 4. turda kaybettiği son üç yılın şampiyonu Djokovic'i bu sene çeyrek finalde yine 5 sette eleyen Wawi, ilk grand slam finalinde sonuna kadar mücadele edecektir.






Ayrıca Avustralya'ya kadar gitmişken Kewell'la fotoğraf çektirmemek olmaz :)





21 Ocak 2014 Salı

Federer vs. Tsonga 2014 Avustralya Açık

Yılın ilk grand-slaminde Federer Tsonga'yı en azından benim beklemediğim şekilde 6-3, 7-5, 6-4'lük üç setle mağlup etti ve çeyrek finalde Andy Murray'nin rakibi oldu. Geçen yılki 5 setlik karşılaşmalarından ve Roland Garros'ta Federer'in resmen setten silinmesinden sonra Tsonga'nın daha etkili olmasını bekliyordum; ancak maç boyunca çok kısa bir zaman dışında etkili olamadı ve Federer'in oyunu genelde istediği gibi yönlendirmesine karşı koyamadı. Federer de bu maçla (umarım) 2013'teki korkunç performansını unutturacağının sinyallerini verdi.

Maça Federer etkili başladı. Kendi servis oyununu aldıktan sonra daha Tsonga'nın ilk servis oyununda servis kırma avantajı elde edip, setin sonuna kadar da elinden bırakmadı bu avantajı. Tsonga ilk set boyunca Federer'in servisini hiç tehdit edemedi; ama bunda Federer'in üstün servis performansının da büyük bir etkisi vardı. Yeni koçu Edberg'in etkisinden midir bilinmez, çokça fileye geldi, servis-vole oynadı, ayrıca çok güzel drop-shot ve passing-shotlar izledik bu bölümde.

İkinci sette durum daha dengeliydi. Tsonga yine Federer'in servisini kırmayı başaramasa da bu sefer kendininkilere başta tutundu ve durum 5-5'e kadar servis kırmasız geldi. bu anda ise Federer ilk önce servis kırma puanı yakalayıp, yararlanamadı, daha sonra ise durum 40-40'ken akıl almaz bir şansla fileden sekip, Tsonga'nın tarafına düşen bir top Federer'e tekrar servis kırma puanı kazandırdı. Bu sefer break şansını değerlendiren, daha sonra da kendi oyununu alan Federer ikinci seti de kazandı. İkinci set ortalarında ise filede kazanılan puanlarda Fedex'in 19/23, Tsonga'nın ise 5/9 gibi bir istatistik yakaladığını görüyoruz.

Üçüncü sette de Federer erken bir servis kırma avantajı yakaladı ve hatta set 4-2 lehine iken Tsonga'nın servisinde durumu 40-0'a getirdi; ama bu sırada Tsonga maç içindeki en ciddi reaksiyonunu gösterip kendi oyununu aldı, daha sonra da Federer'in oyununda ilk defa servis kırma şansı yakaladı; ancak değerlendiremedi. Daha sonra da Federer kendi servis oyunlarını alıp, maçı bitirdi.

Geçen yıl da Federer'in kurası buna benziyordu, ilk önce Tsonga'yı o zaman beş setle yenip, sonra Murray'le karşılaşmıştı ve 5 setlik uzun bir maçın sonunda Murray'e kaybetmişti. bu yıl Tsonga ile karşılaşmaları çok daha kolay geçti ve Andy Murray de sakatlıktan yeni dönmüş sayılır. Yani bir dahaki maç da geçen yıla benzer diye konuşmak iddialı olabilir. Aynı zamanda yeni raketi ve koçuyla Federer şimdiye kadari iyi görüntü çizdi, çarşamba günü geçen yıldan daha farklı bir maç izlememiz olası.

Günü diğer maçlarında da Nadal ve Murray rakiplerini 3 ve 4'er setlik maçlarla geçtiler. İlginç olan Murray'nin "lucky loser" kategorisinden gelen rakibine set kaybetmesi oldu; ama sonraki sette pek sorun yaşamayıp maçı kazandı. böylelikle 4. turu bitirip çeyrek finallere başladık, hatta bu satırları yazarken bir yandan da Djokovic ilk seti aldı Wawrinka karşısında, diğer maçlar da tamamlandığında yarı finaller öncesi dönebiliriz.



20 Ocak 2014 Pazartesi

Avustralya Açık 2014- İlk Hafta ve Çeyrek Final Eşleşmeleri




Avustralya'da ilk haftayı geride bıraktık. ilk turu sakin geçirsek de ikinci turdan itibaren sürprizler yaşamaya başladık.

Delpotro sevenlerine oldukça ümit vadeden bir giriş yapmıştı. Çeyrek finaldeki olası Nadal eşleşmesi sorulduğunda ilk turdan Tomic'in onu eleyebileceğini de söyleyerek şimşeklerimi üzerine çekmişti bu özgüveniyle. Ne var ki ikinci turda İspanyol (bak allahın işine!) Roberto Bautista Agut'a 5 sette geçildi. Turnuvaya erkenden veda etti.




İlk turda Nadal karşısında ilk seti kaybedip maçtan çekilen Tomic seyirci tarafından yuhalanmıştı. Bu sefer fazla üzerine gittik galiba çocuğun. 3 ay oynayamayacakmış. (geçmiş olsun)

Wozniacki de -artık ne kadar sürpriz sayılır bilemeyeceğim- 3. turda Garbine Muguruzu'ya 3 sette yenilerek veda eden başka bir isim.

Kadınlarda ilk haftanın bombası sayılabilecek olay Ana Ivanovic'in Serena Williams'ı geçmesi şüphesiz. Her ne kadar Serena sırtından sakatlık yaşadığını söylese de Ana Ivanovic kortta oldukça rahat ve düşündüklerini uygulayabilen bir oyun oynadı. En son şampiyonluğunu 2010''da kazanmıştı ve bu sezon başı turnuvalarında 2010'dan sonraki ilk şampiyonluğunu aldı. Yine en son böyle bir kazanma serisi yakaladığında 2008 RG kazanması da acabalara yol açıyor tabi.






4. turun dikkat çeken maçlarından biri Victoria Azarenka- Sloane Stephens karşılaşmasıydı. hatırlayacaksınız geçen yıl Serena'yı yenerek dikkatleri üzerine çeken Stephens, Azarenka karşısında iyi bir oyun sergilerken Azarenka'nın ihtiyacı olmayan bir sağlık molası alması sonucu ritmini kaybetmişti. Ancak ritmini hala bulamamış. Rövanşa çeviremedi bu karşılaşmayı ve Azarenka 2 Sette rakibini geçerek çeyrek finale uzandı.

Ayrıca Stephens'in Serena yenildikten sonraki mutlu tavırları ufak çapta yankı uyandırdı sonra bunun Ana'nın box'ındakileri taklit etmesi olduğu söylendi. Açıkçası yine de hiç üzgün görünmüyordu. Daha önce de Serena kendisini twitter'dan takip etmedi diye trip atmışlığı var.






Turnuvaya veda eden bir diğer isimse Maria Sharapova. Sakatlık sonrası ilk slaminde çeyrek final göremiyor. 4. turda ilk seti almasına rağmen Cibulkova'ya geçildi.

Erkeklerde DelPotro dışında pek sürpriz yok.

İlk haftanın en iyi puanları için:





Çeyrek final eşleşmeleri ise şöyle:

Kadınlar

Ana Ivanovic - Eugenie Bouchard

Na Li - Flavia Panetta

Simona Halep - Dominika Cibulkova

Agnieszka Radwanska - Victoria Azarenka


Erkekler

Rafael Nadal - Grigor Dmitrov

Andy Murray - Roger Federer

David Ferrer - Tomas Berdych

Novak Djokovic - Stanislas Wawrinka





Federer oyununyla göz dolduruyor. Öyle ki gönül rahatlığıyla Murray'i geçsin Rafa'nın yarıdaki rakibi olsun diyemiyorum. Çeyrek finallerin en zevkli maçı olacak.

Wawrinka geçen sene 5 sette Djokovic'e geçilmişti. Umarım rövanşı alır.

Kadınlarda Radwanska- Azarenka maçı dikkat çekici.


GEZDİM, GÖRDÜM, GELDİM!

Çok okuyanın mı, yoksa çok gezenin mi daha çok bileceği tartışması süredursun, ben ikincisindeki eksikliğimi kapatmak üzere büyük bir fırsat elde ettim ve fırsatı değerlendirdim. Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın bu yıl ilk kez düzenlediği Barış Gemisi projesiyle Hırvatistan'ı, Bosna'yı ve Tunus'u görme ve belki daha da güzeli Louis Olympia gibi bir gemide kalıp, bir sürü güzel insanla tanışıp, arkadaş olma şansını elde ettim.
10 gün boyunca kahrımızı çeken Olimpia

Şans, kısmet veya kader ne dersek diyelim zaten başından beri itici güç oldu biraz benim için. Daha üşengeçlikten staja bile başvuramayan bir insan olarak, geziyi twitterdan kurayla kazanmam galiba gitmem için en geçerli yoldu. Neyse valizler toplandı ( bu kısmı çok abarttım maalesef), dersler, sınavlar asıldı ve 29 Ekim'de gemiye binebildim.
Valizler, pasaport kontrolleri, biniş derken öğlen vardığımız limandan akşam 8 gibi çıkabildik. Gezinin de çoğu açık denizde geçti aslında; ama gemi o kadar güzeldi ki son iki gün beşik gibi sallanmamız dışında rahatımız hiç bozulmadı. Gemiye de gemi demek istemiyorum; çünkü aslında beş yıldızlı otel konforundaydı. Günde üç öğün açık büfe yemekten sonra öğrenci evinde kendimi biraz garip, biraz mazlum hissetmedim desem yalan olur!
Gemide bir sürü program, etkinlik vardı; ama onları şu an es geçiyorum. Hepsinden bahsetsem gezi yazısından çıkıp, başka bir şeye döner bu yazı. Ancak şu kadarını yazayım, altı yüz küsür Türk, yüz elli kadar da yabancı öğrenciyle wi-fi olmayan bir gemide bir çok insanla tanışma imkanım oldu ve bu imkan bence diğer bütün programlardan, etkinliklerden hem daha yararlı, hem de daha anlamlıydı.
Sonrasında 1 Kasım'da Dubrovnik'e geldik. Dubrovnik Hırvatistan'ın liman kentlerinden biri ve çok uzun bir tarihi var, belli bir süre Osmanlı egemenliği altında da kalmış ve çok güzel bir şehir, en azından benim görebildiğim kadarı öyleydi, zira akşam vakti şehrin eski kısmını gezebildik; ama bu kısma sonradan geleceğim.
Güneş doğarken Dubrovnik manzarası
Gemiden inip, otobüslere yerleştikten sonra Dubrovnik'ten ayrılıp, asıl ilk durağımız Mostar'a hareket ettik ve üç saatlik yolculuktan sonra Mostar'a varabildik. Rehber bize biraz kentin tarihini anlattı, 15 dakika kadar onunla gezdik ve sonra serbest kaldık. Köprünün olduğu tarihi kesim çok güzel olmasına rağmen yapabileceğimiz çok bir şey yoktu, bu yüzden bol bol resim çekip, alış-veriş yaptık. Mostar köprüsünün üstünden geçerken, "o" köprünün üstünde olduğumu anlamam da benim yapabileceğim türden bir şey oldu; ama perspektifi de suçladığımı bilmelisiniz, hem daha ilk gidişimdi.
Köprünün telefonumla çekebildiğim en güzel fotoğrafı
Yaklaşık 1-1.5 saat köprüyü ve etrafını gezdikten sonra şehrin dışında bulunan tekkeye gittik ve orada tekrar hangi dinden olursa olsun böyle yerlerin muhteşem bir isabetle seçildiğini ve insana anlatılmaz bir huzur verdiğini anladım. Doğayla iç içe, insanlardan uzak maneviyata varmaya uygun bir yer. En son böyle hissettiğim yer de Sümela Manastırı'ydı sanırım, oradan hesap edin.

Ne yazık ki tekkede o gün dervişler yoktu ve biz sadece indiğimiz yerden tekkeye kadar yürüyüp, orada çay içebildik ( gerçi gemide verilen çaylardan sonra halis çay içmek bayağı iyi geldi). Dönüş yolunda ise planda olmamasına rağmen Poçitel adlı bir Türk köyüne uğradık. Poçitel tek bakışla kalbimi kazandı; ama sıkışık programdan dolayı yalnızca yarım saat kadar kalabildik.

Poçitel
Geri dönüş yolu, pasaport kontrolü falan derken Dubrovnik'e varmamız yine akşamı buldu, ben artık şehri gezemeyiz diye endişelenirken otobüsler eski şehre doğru yöneldi ve kendimizi masal diyarı gibi bir kalenin içinde bulduk. Hem kale, hem de kaleden denize kadar olan cadde o tarihi dokusuyla beni çok etkiledi, belki sabah saatlerinde gitsem bu kadar etkilenmezdim; ama ışıklandırma ve o saatlerdeki canlılık da o geçmiş hissini daha iyi veriyor.

Dubrovnik Limanı'ndan o gece ayrıldıktan sonra rotamız Tunus'tu ve aslında hem Bosna-Hersek'ten hem de Hırvatistan'dan daha etkileyici geliyordu; çünkü bana ilk kez yurt dışına çıktığında gideceğin yerlerden birisi Afrika kıtasında olacak deseler buna pek de ihtimal vermezdim.

Neyse bir kaç gün İtalya dolaylarında yol aldıktan sonra Tunus'a bir öğleden sonra vardık. Programımız yine elimizde olmayan sebeplerden ötürü değişmişti; ama yine de Tunus'ta diğer yerlerden daha fazla vakit geçirdik ve bir sürü şey öğrendim. Mesela (kızmayın!) dünya üzerindeki en ünlü komutanlardan Hannibal'ın Tunus'ta yaşadığını bilmiyordum ve gitmeseydim, muhtemelen hala Avrupa'nın bir köşesinde yaşadığını düşünecektim. Oysa ki Tunus'taymış, gerçi Kartaca'yı bilirken, bunu bilememek de benim ayıbım, ama idare edin artık.
Tunus'ta da ilk gece Sidi Bou Said'e yani yine bir eski şehire gittik.

Sidi Bou Said bir din adamının adını almış, genelde düz olan şehrin nadir tepelerinden birinde bulunuyor. Ve anladığım kadarıyla insanların aileleriyle falan gelip, vakit geçirdiği bir yer. Bir nevi Tunus'un Çamlıca tepesi; ama bir farklı özelliği var: hepsi birbirine benzer şekilde yapılmış, beyaz badanalı, masmavi boyanmış kapı ve pencereli, etrafında yasemin çiçekleri biten evleri. Belki o gün elli tane görmüşümdür; ancak hepsini olanca sadeliklerine karşın hayranlıkla izledim. Zaten Tunus'ta aklımda kalan şeylerden biri de sadeliğin herhangi bir şeyi ne kadar güzelleştirebileceğiydi; çünkü ertesi gün Bardo Müzesi'nde de aynı sadelik beni vurdu; ama bu konuya birazdan geleceğim.

Gördüğümüz evlerden sadece bir tanesi
Sidi Bou Said'de bir kaç saat durdu ve genelde sokaklarında dolaşıp alış-veriş yaptık. Burada önemli bir parantez açmam gerekiyor, eğer yolunuz bir gün Tunus'a düşer de hediyelik eşya almaya karar verirseniz tek bir şeyi aklınızdan çıkarmayın: pazarlık edin. İlk gittiğimizde hediyelik eşya satanların verdiği uçuk kaçık rakamlar karşısında biraz gözümüz korkmuştu; ama iki taraf da hemen uyum sağladı, olan on euro vererek aldığım; ama taşları eksik çıkan satranç takımını aldığımda ben henüz uyum sağlamamıştı ve fiyatını aslında otuz eurodan düşürmem de pek bir mutluluk vermedi. Alacaklarımızı alıp, bol bol fotoğraf çektikten sonra gemiye döndük, ama bu sefer ertesi gün tekrar karaya çıkmak üzere.

Tunus gezisinin ikinci günü daha bir tarihi ağırlıklıydı ve belki de bir daha hiç göremeyeceğim yerleri gezdik. Gezimiz kendi çapında bayağı ünlü olan; ancak benim geziye katılmaya karar verdikten sonra duyduğum Bardo Müzesi'ydi. Osmanlı devleti'nin Tunus'ta egemen olduğu tarihlerde emirin sarayı olarak kullanılan bina daha sonra 19. yüzyılda müzeye çevrilmiş. Saray yine dışarıdan bakıldığında çok sade olmasına rağmen, bazı odalarında muazzam bir işçilik var.

Bardo Müzesi'nin asıl kuruluş amacı Tunus'ta antik çağlardan kalan seramikleri sergilemek; ancak daha sonra o zamanlardan kalan heykelleri ve Osmanlı egemenliği altında bulunduğu zamandaki bazı eserleri de eklemişler, zamanımız kısıtlı olduğu için daha çok heykelleri ve seramikleri inceleme fırsatım, oldu; ama onun için bile süre yeterli gelmedi. bir de önceden belirlenen takvime göre müzede 3 saat kadar geçirmemiz gerekiyordu; ancak çoğu kişi müze gezmeyi sevmediği için(!) 2 saat kadar durabildik, bu da benim kendimce yaptığım planları bozdu.
Müzenin girişinde bulunan seramik, resim yanıltmasın iki katlık
bir duvarı kaplıyordu.


Boyun tutulmasına neden olabilecek güzellikte bir çalışma
Bardo Müzesi'nden sonra Kartaca Harabeleri'ne gittik. Yaklaşık 800 öğrenci olduğundan da 25 kişilik gruplara farklı farklı rehberler verilmişti ve Hırvatistan'daki dünya tatlısı rehberimizin aksine Tunus'taki rehberimiz biraz ilgisiz, biraz da yetersizdi ve sadece Kartaca haritası üzerinde bir şeyler anlatıp, bizi gezmek üzere bıraktı; ama müzelere olan sevgim ne kadar fazlaysa, içinden anlam çıkarmanın uzmanlık gerektirdiği harabelere de ilgim o kadar az ve bu, kasım ayında 35 derece sıcaklıkla pek iyi gitmiyormuş. sonuç olarak harabeleri de gördük; ama olanca etkileyiciliğine rağmen bana pek cazip gelmedi.

Gezimizin ana hatları böyleydi, dönüş yolumuz da sorunsuz geçti demek isterdim; ama öyle değildi. 1 hafta boyunca güneşli olan hava birden değişti ve fırtınalı bir havada gemide olmak pek de güzel bir şey değilmiş, hep beraber bunu anladık. Gerçi ilk gün bunu herkesin yaşadığının farkında değildim; çünkü kamarama büzülmüş "herhalde dönüş programa uysun diye hızlı gidiyorlar, n'olur yavaşlasınlar, n'olur, n'olur diye düşündüğümü hatırlıyorum". neyse ilk günden sonra o sürekli baş dönmesine, dans eder gibi yürümeye alışıyor bünye ya da Allah korusun o ara beynime bir hasar verdim, bir yerden sonra hissetmedim.

En sonunda İstanbul'a vardığımızda hem mutlu, hem hüzünlü hem de daha umutluydum. Mutluluk hem yaşadıklarımdan hem de eve dönme sevincinden kaynaklanıyordu; hüzünse ufak tefek eksikliklerine rağmen masal gibi geçen gezinin bitmesinden ve kısa zamanda arkadaş olduğum bir sürü insandan ayrılmaktan. Umutlu olmamın nedeniyse Barış Gemisi ismine yakışır bir ortamı görmüş olmamdan. yanlış anlamayın, normalde olaylara biraz aksi, biraz ters bir bakışım hep vardır; ancak gemideyken farklı farklı yerlerden gelen gençlerin gerçekten de kendi hallerine bırakıldığında çok güzel bir iletişim kurabildiğine, kısacık bir zaman içinde bulunduğumuz dünyayı güzelleştirmek için topluca fikirler üretebildiğine şahit oldum. Bu da diğer bütün şeylerin ötesinde en büyük kazanımımdı sanırım. Uzun lafın kısası, bu sefer ilkti eğer bir daha böyle bir proje yapılırsa hiç düşünmeyin, katılın. İlla ki bir şeylerin ters gitmesi ihtimali var, ama ufak tefek sorunlara aldırmayınca, böyle bir projeden zevk almamak mümkün değil.

*Bu yazıya aslında çok çok önce başlamıştım; ancak olağanca üşengeçliğimle aylar sonra bitiriyorum, o yüzden yazının içinde mantıksal boşluklar falan görürseniz affedin, isterseniz de uyarın, eleştiriye açığım.

14 Ocak 2014 Salı

Avustralya Açık 2014 - Kura ve İlk tur



Nihayet grand slam sezonunu açtık. Yılın ilk grand slami Avustralya Açık en kavurucu haliyle başladı.
Önce kısaca kuralardan, daha doğrusu Djokovic'in kura şansından bahsedelim. Adeta lokum gibi kura çekti son 3 yılın şampiyonu, dünya 2 numarası Novak Djokovic.

Rafael Nadal, Andy Murray, Roger Federer, Del Potro aynı taraftalar.

Nadal daha ilk turdan -ilk tur için zor bir kura- Tomic'le turnuvayı açıyor. 3. turda da olası rakiplerinden biri Monfils ki sevdiğim tenisçilerin finalden önce karşılaşmasından nefret ederim.

Kortların çok hızlı olduğu konuşuluyor. Ki bu da Rafa için endişelerimi arttırıyor.

DelPotro ilk tur için Tomic Nadal'ı zorlayabilir, hatta bir sürprize imza atabilir demişti. Ancak ilk seti Nadal kazandıktan sonra Avustralyalıların büyük umutlar besledikleri hayal  kırıklığı huysuz Tomic, sakatlık nedeniyle çekildi ve Nadal yorulmadan turlamış oldu. İyi de oldu kurası yeterince taşlı kort da hızlı zaten :(





2. turdaki rakibi 17 yaşındaki Yunan asıllı Avustralyalı raket Thaasi Kokkinakis. Nadal bir Avustralyalıyı daha turnuva dışına itecek sanırım, umarım.

Üzüldüğüm ilk tur eşleşmelerinden biri de Monfils-Harrison. Monfils, Ryan Harrison'ı 6-4'lük 3 setle evine yolluyor. Genç raketi 1 tur daha izlemek isterdik. Monfils'in 2. turdaki rakibi J.Sock ve olası 3. tur karşılaşması Nadal-Monfils.

Andreas Seppi'yi her zaman yıllar evvel bir Roland Garros'ta Djokovic karşısında 2-0 öne geçtiği günle hatırlarım. ''ve servis kırıyor Andreass Sepiiğe!!" sonra 3-2 vermişti maçı.
İlk turda henüz geçen hafta Federer'i yenen ve özgüven tazeleyen Lleyton Hewitt'i 5 set sonunda saf dışı bırakıp 2. tura yükselen bir diğer isim. Hewitt'in elenmesine de üzüldüm açıkçası.




Avustralya'lılar ilk turdan dökülmüşler.

Federer, Djokovic, Murray, Del Potro, Ferrer beklendiği gibi tur atladı.
Ayrıca Tsonga, Berdych, Gasquet, Wawrinka, Dmitrov, Youzhny, Janowicz, Raonic tur atlayan diğer isimler.

İlk turda şok bir sürpriz yaşamadık.

İlk turun en dikkat çekici karşılaşması 2 saatlik final seti, 4.32'lik toplam süresiyle Daniel Brands-Gilles Simon eşleşmesi. Maalesef 4 saatin ardından tur atlayan Simon oluyor.

Bu 4 saatlik ilk tur karşılaşmasını bile gölgede bırakan klasik Avustarlya Açık sıcaklarına değinmeden geçmeyelim. Sıcaklıklar 40 dereceyi aşıyor. İlk turun bilançosu bayılan 1 çizgi hakemi 1 ballboy, kusmalar, fenalaşmalar, 1 adet sıcaktan sandalye molasında sandalyesine oturamayan Federer.





Daha ilk turdan tenisçiler isyan etmiş durumda.